27 Mayıs 2007


16 OLDUK, TAVŞANLARA BOĞULDUK

Sober'ın yeni sayısında hababam bahsettiğimiz The Automatic röportajını ve cici My Brightest Diamond yazısını okuyabilirsiniz. Cici derken yazıya demiyorum elbette, kendimi övmek ne haddime...

Bu arada umarım blogumun yeni halini beğenmişsinizdir. Canımdan çok sevdiğim şarkıların çaldığı şirin kasetimin yanısıra milyonlarca rengin uçuştuğu bir de kapak ekledim buraya. Kapaktaki resim Oliver Polanski imzalı. Kendisiyle ciddi düşünmekteyim; evlenme teklif edeceğim.

BİR YOK OLMADI GİTTİ

Burada diziler hakkın da pek fazla yorum yapmadım, hatta bir dizi hakkında blog açıldığından beri ağzımı kilitli tuttum. Ama izninizle üçüncü sezon da bittiğine göre bağırıp çağırma günü bugündür:

Lan Lost, ulan Lost! Yapılır mı bu adama be!! Nasıl bekleyeceğiz şimdi Şubat'a kadar, ayıptır be...

Kustum rahatladım. Çok pis "lan-len"li konuşurum. Çekim eki abisi çekim eki...

23 Mayıs 2007


RAOUL IS A ROBOTIC MONSTER

Pek muhterem okur kitlesi,

Geçen cuma bildiğiniz ve bilmediyseniz de günde iki bin defa söylememiz nedeniyle öğrendiğiniz bir konser gerçekleşti: The Automatic.

Neo Discotheque'in bize verdiği yetkiye dayanarak Sober'dan Çınar, Hakan ve ben çok keyifli bir röportaja imza attık. Grup üyelerinden Rob ve Frost (biz James diye çağırıyoruz, kanka olduk heh) ile gerçekleştirdiğimiz ve müzik harici her türlü konuya dem vurduğumuz bu röportajı pazar günü 16. sayımızda okuyabilirsiniz. Hatta yukarıdaki fotoğrafı inceleyerek nasıl bir dayanışma içine girdiğimizi, Türkiye- Galler dostluğunu görebilirsiniz. Fakat ben şimdi konseri anlatacağım sizlere...

DJ Ahmet Musluoğlu'nun The Gossip'ten tutun da She Wants Revenge'e kadar geniş bir skalada çaldığı süper müziklerle başladık geceye. Ön grup Suitcase'in ismini daha önce sıkça duymama rağmen sahnede izleme fırsatı bulamamıştım. Buldum ama keşke bulmasaymışım. The Automatic'i heyecanla beklediğimizden midir yoksa artık gecenin 1'ine gelmiş olmamıza rağmen konserin başlamamasından mıdır bilinmez ama seyirci olarak komple sıkıldık, bunaldık, bayıldık; sıkılmaktan bunalıp bayıldık hatta... Fakat solistleri Deniz'in Hugh Grant'e benzediğini düşündüğümden (sadece ben benzettim de hadi neyse) kendi pembe beynimde müthiş eğlenceli sekanslar yarattığımı söyleyebilirim. About A Boy izleyenler Grant'in sahneye çıktığı bölümü hatırlayacaktır.

The Automatic yerini aldığında arabalar çoktan balkabağı olmuştu bile. Fakat Studio Live'ın delik deşik ses sistemi nedeniyle içinde bir nebze konser coşkusu kalan herkes bir süre "Bu ne yaa!" gözleriyle sahneye baktı. Sonradan ortama yeniden adapte olup içimize punk ve gençlik ateşi coşkusu serptiğimizde ortaya çıkan sonuç muazzamdı gerçi. Röportaj esnasında bilgisayarının başından kalkmaya erinip bir "geek" imajı çizen klavyeci Pennie, sahnede 180 derecelik bir açıyla belirmiş ve mutasyona uğramış idi. Hatta reenkarnasyona uğramış desem daha doğru olacak çünkü kendisi Ramones tişörtü, skinny pantolonu (Çınar'a selam ederim), sarı-pembe saçları ve kimyasal tepkime sonucu ortaya çıkan sara krizine yakın hareketleriyle Sex Pistols vokali Johnny Rotten'ın tıpkısıydı. Sahnede küfretti, mikrofonla jimnastik yaptı, anfilerin üstünde hoplayıp zıpladı ve hatta fotoğraf makinamızın objektifini yaladı. Buraya kadar her şey harika, her şey muazzamdı.

Ta ki Allahın bir grup idiyotekinin Pennie'yi "stage dive" yani "el üstünde taşımaca" sırasında alaşağı edip hırpalamasına kadar... Bu olayı önde olduğum için göremedim; fakat anlatılanları aktarıyorum: Hırpalanan Pennie'cağızımın süt beyazı teni çiziklerle dolmuş. Neyse bodyguard tarafından kurtarılan çocuğumuz sahneye yeniden ulaşmasıyla müziğin üstüne bir on dakika küfretti. Anne ve babaların bu küfürlerden bolca nasibini aldığı dakikalarda iyice çıldıran Rotten 2, kablolu mikrofonu birkaç kez seyirciye fırlatarak kafa göz yardı. Olay pek naif ve efendi Rob'ımızın müdahalesiyle yatışsa da ortalık çoktan karışmıştı. Pennie haklıydı ama; bir kısım izleyicinin adab-ı muaşeret dersi alması şart.

Konserde çalınan şarkılara gelecek olursak öncelikle heyecanla beklediğim Gold Digger kavırının, Monster'ın ve Recover'ın çaldığı anların pik noktası olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca konser öncesinde Automatic kayıtlarını dinlerken arkada bağırıp duran elemanın Pennie olduğunu da öğrenmiş olduk; milletçe gururluyuz. Bu arada playlist'in de tam 20-21 yaş arası gruba uygun düştüğünü söylemek lazım. Şarkı isimlerini yemek isimleriyle değiştiren çocuklar (aslında Rob) playlist'i bu şekilde doldurunca ortaya şöyle sonuçlar çıkmış:

- Seriously I Hate You Guys / Seriously I Hate Yoghurts
- Gold Digger / Cold Dinner
- That's What She Said / That's What Sushi Said

Tabii Rob'ın blogunu okumuş olanlar varsa kendisinin içinde "love" geçen şarkı isimlerini "lunch"a dönüştürerek (Lunch Will Tear Us Apart gibi) yayınladığından haberdardır. Komik ve geyik adamlar zati...

Neticede türlü aksiliğe rağmen İstanbul oldukça eğlenceli bir grubu ağırlama şansı buldu. Gelmeyenler o sırada ne gibi mühim işler yaptı merak etmekteyim çünkü gerçekten büyük bir izlence kaçırdılar.
Bu konser yetmedi, bir daha gelsin delikanlılar!!

22 Mayıs 2007

KİŞİSEL

Çok yazasım geldi. Aslında onlar hakkında en küçük yargıda bile bulunmaktan imtina ediyorum çünkü kutsallıklarını bozacakmışım gibi geliyor ama bu sefer gardımı indireceğim. The Beatles'a ölürüm efendim!

Küçücük fıçıcıkken eniştem bir yandan Beatles kasetleri koyup dinletirken bir yandan da lisedeyken saçlarını Beatles gibi kestirdiklerini söylerdi. En sevdiği şarkının Let It Be olduğundan bahsederdi; ki benim için sadece bilmediğim bir dilde akıp giden mükemmel notalar dizisiydi bu şarkı. Sonradan İngilizce'yi öğrendiğimde ilk çözmeye çalıştığım şarkı da bu olmuştu zaten. Sonra Yesterday'le büyüdüm bir süre, She Loves You Ya Ya diyerek dans ettim kanepelerin üstünde. Büyüdükçe Across The Universe'in güzelliği karşısında iki damla yaş döktüm; Strawberry Fields Forever ile kendimi çilek tarlalarında gezinirken hayal ettim 4 dk 6 sn boyunca...

Ve bugün yeniden Beatles klasiklerinin evde duran plağını bulup okşamak geldi içimden. Eve döndüğümde ilk işim üstündeki tozu üfleyip pikaptan gelen derin ve cızırtılı sesini yüreğime basmak olacak.


OKU!

Sera Hanımcığım sobelemiş beni ve bu sobelenme hayatımızı anlattıklarımızdan değil de sevdiğimiz kitapları sıraladığımız daha eğlenceli bir yönden göz kırpıyor. Bakın bakın benim hayatımdan hangi bedensiz ama ruhu benle beraber 20 kahraman geçti:

Letters To Milena - Franz Kafka
The Bell Jar - Sylvia Plath
Ask The Dust - John Fante
The Picture Of Dorian Gray - Oscar Wilde
De Profoundis - Oscar Wilde
High Fidelity - Nick Hornby
About A Boy - Nick Hornby
Speaking With The Angel - Nick Hornby
Rules Of Attraction - Bret Easton Ellis
Une Saison En Enfer - Arthur Rimbaud
Invisible Monsters - Chuck Palahniuk
Emma - Jane Austen
Harry Potter And The Prisoner Of Azkaban - J.K.Rowlings
Empire Of The Wolves - Jean Christophe Grange
L'Etranger - Albert Camus
A Clockwork Orange - Antony Burgess
The Hitchhiker's Guide To The Galaxy - Douglas Adams
Moon Palace - Paul Auster
Lord Of The Flies - William Golding
Notre Dame Des Fleurs - Jean Genet
A Tale Of Two Cities - Charles Dickens

20 Mayıs 2007


15 OLDUK, OTOMATİKLENDİK

Bu haftasonu İstanbul'da alabildiğine yorgun ve doğru orantıda eğlenceli saatler geçirdim. En mühim an elbette The Automatic konseri ve öncesinde Sober ekibinden Çınar, Hakan ve benim grup üyelerinden Rob ve James ile yaptığımız röportaj idi. Konseri, yorgunluğumu üstümden atınca anlatacağım. Ama benden küçük çocuklar yüz binlerce euro- dolar-YTL kazanıyor ya ben ona yanıyorum a dostlar!

Bu hafta dergide Jarvis Cocker ve Wilco yazılarımı bulabilirsiniz. Röportaj henüz deşifre etmediğimizden kelli haftaya sayfalarımızda!!

Çok yorgunum, yatacağım.

13 Mayıs 2007


14 OLDUK, LA LA LA

Sober bugün 14. sayısını da çıkardı. Bu hafta Mother Mother ve Billie The Vision & The Dancers kritiklerimi; ayrıca Clique'le yaptığım röportajı okuyabilirsiniz.

Bu arada dün Mirkelam konserine gittim. Artık hardcore Mirkelam fanıyım. Hell yeah!

Son olarak tüm annelerin ve anne olacakların anneler günü kutlu olsun. Dergi kapağında daha iyi ifade edemezdik herhalde...

8 Mayıs 2007


LITTLE MISS SUNSHINE OF THE SPOTLESS MIND

Çocukken hepimiz ailemizin imkanlarını zorlayacak isteklerde bulunmuş ve çoğunlukla ve "haliyle" reddedilmişizdir. Ama bazen de hiç beklemediğim bir anda babam "Hadi" derdi. "Hadi yapalım istediğini". Bu yüzden kendimi şanslı çocuklardan sayabilirim çünkü boyutum küp şeker kadarken dünyayı olduğundan farklı görüyor ve habire kuru boyalarımla çizdiğim ördek ağızlı insanlarla mutlu bir hayat yaşıyordum. Ve dünya etrafımda dönüyor gibiydi aslında...

İşte Little Miss Sunshine'ı bu yüzden sevdim. Hayatta binbir hortuma yakalanmış aile fertleri ve merkezde duran 1.20'lik Olive'in kocaman dünyası. Olive kocaman gözlüklerinin ardında kase kadar kalmış şirin suratı ve basketbol topu şekilli karnıyla ortada salınan 7 yaşında bir kız çocuğu. Kendisine Little Miss Sunshine isimli çocuk güzellik yarışmasına katılması için teklif geliyor ve ona söz vermiş ailesi maddi imkanlarını ve sabırlarını sınayarak bu sarı cüceyi yarışmaya götürmeye karar veriyorlar. Sabahleyin hep beraber günışığı renkli vosvos minibüslerine binip yola koyuluyorlar. Aile dediğimiz pasta yapan anne, memur baba ve çiçek sulayan dededen oluşmuyor haliyle. Anne (Toni Collette- canım ciğerim) her şeyi dengelemeye çalışan bir terazi, baba kafayı kişisel gelişim programlarıyla bozmuş bir iflas makinası, dede eroinman ve uçkur düşkünü, dayı hayatında her şeyini yitirmiş bir intihar vakası, abi de Nietzsche hayranı - koşullu bir dilsiz...

Yol hikayesinde her şey sapsarı. Yolculuk boyunca yüzümüzden tebessüm eksik olmuyor ama bu demek değil ki her şey süt liman, herkes mutlu. Hayır aslında Olive hariç kimse mutluluğun farkında değil. Ama acı tecrübeler dahi keyifli anektodlarla -aslında mükemmel çekilmiş karelerle- anlatılınca kendinizi film şeritlerine sarılmak isterken bulmanız işten değil. Tam bir bahar filmi, tam bir mutluluğa meyletme filmi...

Filme dair çok keyifli anlar var. Zevkinizi bozmamak adına sadece vitesi bozuk şirin vosvosu ve yarışmadaki korkunççç makyajlı 6 yaş kızlarını söyleyebilirim. Aslında zaten film gülelim diye değil Amerikan düzenini ve güzellik kavramını sorgulayalım diye yazılmış adeta. Bu arada en iyi senaryo dalında Oscar aldığını söyleyerek hedefin yerine ulaşmış olduğunu da belirtmek lazım.

Ayrıca filmde Sufjan Stevens çalması da artı hanesine bir de yıldız ekliyor. Filme en yakışan adamı bulmuş olmaları takdire şayan. Sauntirekte bir de Devotchka var ki tanımayanlar tanısın derim.

Ama ben filmden çıktıktan sonra yalnız başıma sokakları turlarken ne dinleyeceğimi çok iyi biliyordum: Psapp...
Hemen listeden Hi'ı buldum, filmin afişine bakıp son bir kez daha gülümsedim ve 31 derecelik bozkır sıcağında adımlarımı saya saya yola düştüm... Evet, ben de artık baştan ayağa gün ışığıydım...

6 Mayıs 2007


13 OLDUK, UĞURSUZ DA NEYMİŞ!

Bu sayı "işte o sayı"! Sanırım Sober'ın en çok gurur duyması gereken gün bugündür çünkü hem içerik olarak hem de Radar'a ısınma turu babında çok başarılı bir sayı duruyor şimdi kırmızı sayfalarımızda. Gururluyum bir ton iki ton kadar...
Bu hafta özellikle Gökhan'ın Radarlive analizine ve Mabbas röportajına, Çınar'ın da Montreal dosyasına bakmanızı tavsiye ediyorum. Bense naçizane iki yazıyla katkıda bulundum:

The Blow (yerim)

Gidip bir daha okuyayım dergiyi iyisi mi, gölgelerin gücü adına...

2 Mayıs 2007

SOKO - I'LL KILL HER

Hani bazı şarkılar vardır, şirinliğiyle sevdirir kendini ama aslında ölesiye güçlüdür ve insanın içine çat diye oturur. İşte Miyet Hanım'ın tavsiyesi üzerine tanıştığım SoKo - I'll Kill Her böyle bir tablo çiziyor. İnsan ölesiye üzülüyor; sözlerini içine çekip SoKo Girl'e "Boşver be cicim!" demek istiyor ama bir yandan da paralize olup o tatlı Fransız aksanına ve gitar melodilesine yapışık halde kalıyor. Aman bir sinirlendim, bir gıcık oldum yine...

Aslında iyisi mi sözlerini yazayım da siz de anlayın ne demek istediğimi:

so, of course, you were supposed to call me tonight
you were supposed to call me tonight
we would have gone to the cinema
and, after, to the restaurant, the one you like in your street

we would have slept together, have a nice breakfast together
and then a walk in a park together, how beautiful, and then
you would have said "i love you" in the cutest place on earth
where some butterflies are dancing with the fairies

i would have waited like a week or two
but you never tried to reach me
no, you never called me back
you were dating that bleach-blonde girl
if i find her, i swear, i swear...

i'll kill her, i'll kill her
she stole my future, she broke my dream
i'll kill her, i'll kill her
she stole my future when she took you away

i would have met your friends, we would have had a drink or two
they would have liked me, 'cause sometimes i'm funny
i would have met your dad, i would have met your mum
she would have said "please, can you make some beautiful babies?"

so we would have had a boy called tom and a girl called susan, born in japan

i thought it was a love story, but you don't want to get involved
i thought it was a love story, but you're not ready for that ...

me neither. i'll kill her
she stole my future, she broke my dream
i'll kill her, i'll kill her
she stole my future when she took you away

she's a bitch you know, all she's got is blondeness
not even tenderness, yeah, she's cleverless
she'll dump your arse for a model called brendan
he will pay for beautiful surgery 'cause he's full of money

i would have waited like a week or two
but you never tried to reach me
no, you never called me back
you were dating that bleach-blonde girl
if i find her, you know, i swear, i swear, i swear ...

i'll kill her, i'll kill her
she stole my future, she broke my dream
i'll kill her, i'll kill her
she stole my future when she took you away
i'll kill her, i'll kill her
she stole my future, she broke my dream
i'll kill her, i'll kill her
she stole my future when she took you away

man, i told you, you know, if i find her, i really, i, i mean, i'll kill her, for real!
it's like for sure, you have to know, uh, i mean, you know, i can do it, man,
i'll kill her.

1 Mayıs 2007

RENKLİ MİSİN RENKSİZ ?

Hani bazı klipler vardır; şarkı güzeldir ama klibi "the güzellest"tır ve ıssız adaya düşseniz o adanın böyle bir yer olması gerektiğini düşünürsünüz. Hah işte Simian Mobile Disco'nun It's The Beat'inin tarafımdan gördüğü muamele budur. Adamın biri kalemle çizilmiş dünyasında bir gece vakti çıkar karşımıza, The Sims eşyaları gibi eşyalardan oluşan evinde dolanıp durur, sonra güneş doğar ve pastel boyadan çıkma renkler etrafı basar...

Grup zaten çok eğlenceli fakat bu klipte artık "eyh bea!" diyorum. İyi ki renkler var diyorum. Bir ara böyle zekice hazırlanmış kliplerin listesini çıkarmalı diyorum. Diyorum.