31 Aralık 2006


BAYRAMBAŞI HEDİYESİ

Malumunuz pek ilginç bir 31 Aralık'a girmiş bulunuyoruz. Hem bayram hem yılbaşı bir arada. Ben de kurban etiyle tombala oynayıp çam altına bayramlık kıyafetlerimi yerleştirecek, televizyonda türbanlı dansöz izleyeceğim.
Ama öncelikle sizleri fılaşbek yardımıyla bundan 12 ay öncesine götürüyor ve piley tuşuna basıyorum.

İşte 2006'nın en iyi 25 albümü:

1- Morrissey- Ringleader Of The Tormentors
2- Regina Spektor- Begin To Hope
3- Placebo- Meds
4- Thom Yorke- The Eraser
5- The Knife- Silent Shout
6- Madonna- Confessions On A Dancefloor
7- Nouvelle Vague- Bande A Part
8- Beirut- Gulag Orkestar
9- Monsieur Gainsbourg Revisited
10- Dresden Dolls- Yes, Virginia
11- Jarvis Cocker- Jarvis
12- Tv On The Radio- Return To Cookie Mountain
13- Belle And Sebastian- The Life Pursuit
14- Sufjan Stevens- The Avalanche
15- Vega- Hafif Müzik
16- Charlotte Gainsbourg- 5:55
17- The Dears- Gang Of Losers
18- Cansei De Ser Sexy- CSS

19- Mogwai- Mr. Beast
20- Sonic Youth- Rather Ripped
21- The Long Blondes- Someone To Drive You Home
22- Arctic Monkeys- Whatever People Says I Am, That's What I Am Not

23- The Whitest Boy Alive- Dreams
24- Pinhani- İnandığın Masallar
25- Hot Chip- The Warning

Bayram+yılbaşı kesişim kümeniz kutlu olsun. Öptüm alınlarınızdan, cebinize harçlık sıkıştırdım.


30 Aralık 2006

RÜYA GİBİ HER HATIRA

Şeker sepetini yıllar önce kucağıma koymuştu Michel Gondry. Önce kliplerden oluşan küçük bonibonlar attı içine, sonra Eternal Sunshine Of The Spotless Mind geldi Toblerone büyüklüğünde... Ve bir zamanlar bahsettiğim, "gideceğim de gideceğim!" dediğim The Science Of Sleep sepetime düşen bayram şekeri bugün...

Filmin güzel olacağına emindim. Ama bu kadar güzel olacağını tahmin eder miydim? Kaufman'sız Michel Gondry filmi nasıl olur merakıyla yalnız başıma koltuğa oturduğumda bir rüyanın içine dalıp hiç bitmesin diyeceğimi düşünmüyordum. Aklı karışık yazarınız aklı karışık bir adamın dünyasına girince, işin içine de stop-motion'lar girince, bir de en sevdiğiniz sinemanın koltuğuna yerleşince hayat pek sevimli oluyormuş bir anda.

Tamam tamam, geçtim kendi duyuşsal dünyamı. Filminkinden bahsedeceğim. İlk olarak şunu söylemem lazım, Şarlot Gainsbourg'a aşığım efendim. Bir cinsiyete duyulan aşk değil bu, anne aşkı, ağaçları sevme aşkı gibi. Tüm film boyunca aklımın bir köşesinde "Jamais" çalarken gözlüklerinin ardından dünyayı süzen Şarlot'u, filmdeki adıyla Stephanie'yi, daha çok sevdim.
Gael Garcia Bernal ise Meksika kanadının en çok takdir ettiğim kısmıdır yıllardır. Ancak genelde ayaklarının üstüne sert basan bu adamın kırılgan halini izlemek pek ilginçti. Fransızca konuşurken taklalar atan bu dahi adamın Şarlot önünde 40 derecede kalmış dondurma gibi erimesi, isminin Stephane olması, rüyalarını anlattığı akşamın gecesinde rüyama girmiş olması da rüya gibi.

"Peki ya filmin en güzel kısmı nedir? Anlat bize anlat bize!" Köşesi:

Michel Gondry beş yaşında. Kesinlikle beş yaşında! Pamuktan bulutlar yapıp iplere takan, mavi beyaz selofan parçaları kullanarak deniz yapan, Nuh'un gemisini ormana çeviren, musluğu açınca gök rengi selofanlar akıtan Gondry, evimde aynı sistemi kurma arzusuyla yaktı beni film boyunca. Pamuktan bulutlarımı yaptım, "toz toplar" dediler aldırmadım. Ayrıca selofanlara üfleyince bir dalgalanıyorlar ki sormayın...
Koca koca ellere sahip Stephane'ın harfler içinde kayboluşu, ya da piyanoyu kontrol etmeye gelen polislerin "Bakalım akordu nasılmış? La minör bas yavrucum" tadında geçen sohbetleri ve doğaçlama çaldıkları besteleri, kayak yaparken ardında ipler bırakan bezden insanlar da herkesin mutlaka görmesi gereken film mekanlarından...

Hem film boyunca katıla katıla gülmeme ne dersiniz? Yazmazsam çatlayacağım bir espri:
Uçkur düşkünü Guy ile masum Stephane, işyerindeki Martine'den bahsetmektedir. Ta da şu diyalog geçer aralarında:

Guy: Sence de Martine seksi değil mi?
Stephane: Hangi Martine? İşyerindeki Martine mi?
Guy: Yok, Martin Scorsese.

Evet ben buna iki gün güldüm. Ya büyük sorunlarım var ya da bu espri müthiş. İkincisine inanmak istiyorum, karışmayınız.

Hem film boyunca gözlerimin şişene dek dolmasına ne dersiniz? Karşılıksız aşkla dolup taşmış Stephane'ın "Neden ben?" sorusuna verdiği "Çünkü diğerleri çok sıkıcı" cevabı mesela. Boğazımda kocaman bir yumru, Stephane'la rakı masasına oturmak geldi içimden bir an. Daha fazla anlatmak istemem zira hem siz izleyip görün hem de ben daha fena olmayayım.

Son olarak filmde yatağın baş köşesinde The Smiths posteri durduğunu ve The Velvet Underground- After Hours'un değiştirilmiş sözlerle Stephane ve orkestrası tarafından çalındığını söyleyeyim de sizin de dudaklarınız uçuklasın. Hem gözsel hem kulaksal açıdan tatminlerden tatmin beğenin.

Rüyalarınıza sokacak kadar düşünün bu filmi. Hatta mümkünse yalnız gidin. Hayatınızı da düşünün bir kez daha...
Nuh'un gemisinde yetişen ormanda bir kulübeye yerleşiyorum artık. Nice pamuklu bulutlara, nice selofan ırmaklara...

17 Aralık 2006


MEMLEKETİMDEN MÜZİK MANZARALARI

Türkiye'nin janrlardan sıyrılmış, etiketlenmekten haz etmeyen, reklam kokmayan ve fakat müziğini başarıyla icra eden bir grubu tam da şu an seyrinizde: Clique

2000 yılında Tolga Ayıklar (bas, vokal) Pushed adlı Punk grubu kurduktan kısa bir süre sonra Utku Öğüt ile tanışırlar ve kısa süre içerisinde Utku Öğüt (gitar, ikinci vokal) gruba dahil olur. 2004 yılı sonu davulcunun başka bir şehire yerleşmesi nedeniyle Pushed askıya alınır. Aynı yıl içerisinde Utku Öğüt ve Tolga Ayıklar, electropunk grubu Goths-I-Punk’ı kururlar (Havalı isim!) Goths-I-Punk projesiyle ilgi duydukları müziklerin sınırlarını keşfetmeye çalışır, rave’den industrial’a, electro pop’tan new wave’e diledikleri her şeyi çalar, bu tarzlarda besteler yaparlar; fakat bu dallanıp budaklanma hadisesi hem onları hem seyirciyi bağlantı açısından yorduğundan Goths-I-Punk’ı, Clique ve Dabbet-ül Arz olarak iki ayrı ana projeye ayırırlar.
Clique, 2005 Kasım ayında Utku Öğüt (vokal, gitar, synth & ritim programlama), Tolga Ayıklar (bas, synth & ritim programlama) ve Yiğit Ertan (gitar, ritim programlama) tarafından kurulur. Clique kurulduğundan beri bir çok eleman değişir ve en son halini son bir ayda alır; Utku Öğüt (vokal), Tolga Ayıklar (Bas), Tolga Akdoğan (Gitar), Sıla Yücesoy (Görseller).Bu güne kadar new wave,electropop,post-punk etkileşimli besteler yapan grup yeni besteleri daha çok electro acoustic ve deneysel klasmanına girebilecek nitelikte oluşmaya başlar. Sözlerinde, günlük hayatı farklı veya ters perspektiflerden anlatmayı ve eleştirel bir içe dönüklüğü konu edinen Clique'in söyleyecek çok sözü var.

Ve fakat biz onların sözlü melodikalarına atalım kendimizi, klikleyin şu myspace adresini!Özellikle "Banality" ve "Fake Love Song" için haleluya!

Ayrıca bu sıralar mini bir turnede seyreyleyen Clique'in programı da şöyle:

20 Aralık 2006- Balans Music Hall/İstanbul
21 Aralık 2006- Peyote/ İstanbul
28 Aralık 2006- If Performance Hall/ Ankara

Eh ben 28 Aralık'ta görüşeceğim. Şansınız varsa sizi öncesinde de bekleriz...

14 Aralık 2006

BİR PARÇA SÜTLÜ ÇİKOLATA

Charlotte Gainsbourg babasının kazağından da annesinin eteğinin altından da çıktı. Ne Serge Gainsbourg'un ne de Jane Birkin'in kanını yerde bırakmayan bu Fransız şansonu, sinema perdelerini kapayıp bir süre notalarla haşır neşir olunca ortaya soğuk kış akşamlarını ısıtacak bir sıcaklık çıktı: 5:55

Debut albümü olmasa da 5:55'in olgun bir Şarlot eseri olduğunu söylemek mümkün. Eh, babasız kıza babalık görevini üstlenmiş isimleri sayınca zaten bu albümü hiçbir cürretle kötü olarak addedemeyeceğimi anlarsınız.
İşte Şarlot'un melekleri: Jarvis Cocker, Brian Eno, The Divine Comedy'nin başlıca ismi Neil Hannon, Air üyeleri Nicolas Godin ve Jean-Benoit Dunckel ve efsanevi prodüktör (bir nevi külkedisi perisi) Nigel Godrich...

Albüm tatlı tatlı şarkılardan oluşan bir ninni paketi. O yüzden özellikle geceleri dinlenmeli. Biraz Fransızca kokan, çoğunluğu İngilizce yazılma on bir şarkılık albümün tamamında sakin sesiyle huzur çakralarını açan bir vokal duyulmakta."Anasının kızı" etiketini yapıştırmamak imkansız Şarlot'a.

5:55'in gönülçelenleri "AF607105", "The Songs That We Sing" ve "The Operation".

AF607105'ın açılışı burna parfüm kokuları, akla Paris sokaklarını getiriyor. Keskin kelimelerle süslenmiş bu uçuş hikayesi, bavullarını açmadan oradan oraya koşuşturan insanlara dair bir sauntirek. "Çikolata, parfüm, sigara" gibi duty free hizmetlerinden tutun da "Kalbim Saskatchewan (Kanada) üzerinde bir yerlerde kırılıveriyor." cümlesine kadar her şey göz alıcı.
Bizleri hafif müzikli dans pistine davet eden basit sözlü The Songs That We Sing ise "Söylediğiniz şarkılar söylediğiniz kişilerin kalbine dokunuyor mu?" sorusuyla baştan kalbimize dokunuyor. İşliyor. Dudaklara meze oluyor.
The Operation'ın yeri ayrı, onda Jarvis Cocker parmağı var. Jarvis'i yeni yüzyılın Serge Gainsbourg'u olarak gördüğümü daha önce söylemiştim. Şimdi yine yeni yeniden yineliyorum. Bu durumda kurduğumuz bağların ne menem beyin fırtınalarına yol açacağını düşünmeksizin şarkının benim üzerimdeki fırtınasından bahsedeyim: Dum tıs'larla ve zayıf ama sevimli bas be piyano notalarıyla süslenmiş şarkının pornografik sözleri nedeniyle Jarvis'e ait olduğunu şıp diye anlamak mümkün. İşte o sözler, ah o sözlerdir kalbimi çalan: "Ve eğer atlatırsam tüm bunları, Nobel ödülünü bile reddederim, onun yerine durup gözlerine dalarım" der misal, "Aşkımız bıçağın ucunda" diye tekrarlar. Alır götürür bir yerlerde bozulmuş duran yatağa...

Ah Şarlot, ne hakkın var baban ve anandan sonra aileden üçüncü bir sevgili daha çıkarmaya.
Sevmediniz mi? Gidin sevin çabuk!

10 Aralık 2006

SE-SE-SEKSİ

Bu "Haines" soyadlılarda bir iş var. Defalarca adını zikrettiğimiz Luke Haines'ten sonra kalbimizi çalan başka bir Haines'e geldi sıra: Emily Haines'li Metric.

Kanadalı grubu çok kısa bir süre önce İstanbul sahnesinde ağırladık. Gidenler gitmeyenlere anlatsın mantığıyla en küçük detayına dek öğrendiğim konserin ardından içimde kalan ukteyi bir yazıyla sonuçlandırmaya karar verdim. Bunda günün çok büyük bir kısmını Metric dinleme saatleri yapmamın bir etkisi var mı? Bittabi.

Üç albüm sahibi Metric'in yüzde doksan beşini bahsi geçmiş Emily Haines oluşturmakta. Emily demek şuh kadın görünümü demek; Emily demek fısıldayarak şarkı söylemek, Fransızca hecelere göz kırpmak, PJ Harvey'nin diğer yarısı olmak demek.
Metric ise Yeah Yeah Yeahs ile aynı evi paylaşacak kadar gözüpek, iki synth'le müzik yapacak kadar simplistik elemanlara sahip desek?

İlk albüm resmi kayıt niteliğine sahip olmayan öksüz ama başı dik "Grow Up And Blow Away". Albümün en başarılı şarkısı, ellilerin şansonlarına taş çıkartan müziği ve "Somebody put me back in school, i forget everything i used to know, how to leave the boy behind without having to watch him go" (Biri beni okula göndersin tekrar, bildiğim ne varsa unutmuşum, bir erkeği nasıl arkama bakmadan terkederim?) gibi sözleriyle kalbi dans ettiren "The Twist".
Aynı zamanda sado-mazo kıvamlı "Torture Me" de albümün seksapelini yükselten kırmızı noktalı şarkılardan...

İkinci albüm ise şahsi favorim "Old World Underground, Where Are You Now?". Albümün adıyla müsemma arayış hali, hem politikaya hem de günlük hayata dair dizelerde kendini göstermekte. Albümün açılış cümlesinin de bu dize olduğunu söylemek (IOU şarkısı) Metric'in zeki üyelere sahip bir grup olduğunun kanıtlarından olsa gerek. Ama benim gönlüm başka şarkıya kaçtı: Dead Disco. Aslına bakarsanız albüm ismine ilk dizeden daha sıkı bir gönderme var bu şarkıda:
Dead disco, dead punk, dead rock'n roll, remodel!
Punk ruhuna bulanmış şarkıda özellikle Haines'in kalın do'dan ince do'ya kaydığı "lalalala"maları gönlümü çelen melodikalar.
Yine kağıt kesiği sözleriyle “Love Is A Place” ve başarıyı (sucess), seksi (sexy) ve ulama sayesinde başarısızlığı (sucks) ele alan müthiş bir politik eleştiri örneği olan “Succexy” de anılması gerekenlerden. Kadehimi size kaldırıyorum Kanadalılar, hem de ağzına dek dolu olarak!

Üçüncü albüm "Live It Out" henüz iki üç aylık tazecik bir meyve. Boynuz kulağı geçti demek istesem de maalesef birinci albümün bütünlüğüne ve güzelliğine yetişebilmiş değil; ancak yine de içinde en sevdiğim Metric şarkısını barındırması açısından taçlandırılacak bir albüm (Bir kez daha en sevdiğim dersem beni vurun!). Bahsi geçen şarkı “Monster Hospital”. Sırf bu şarkı için iki sayfalık yazı çıkartabileceğimi belirterek sadece iki dizeyi sizlerin huzuruna sunacağım:
I fought the war but the war won. I fought the war but the war won't stop for the love of god!
(Savaşla savaştım ama savaş kazandı. Savaşla savaştım ama Allah aşkına, savaş durmaz ki!)

Bildiniz, bu aralar hayatımın özeti bu cümleler.

Albümden iki şarkı daha: Poster of A Girl ve Handshakes. Yine dizelere takılmak istiyorum ama nedeni belli. Emily'nin genleri kuvvetli. Babası Paul Haines bir zamanların en ünlü şairlerinden... Siz sensörler açık dinleyin sözleri, ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Ah Metric bir bilseniz; kanımın her milimetreküpüne kadar seviyorum sizi...

4 Aralık 2006

HAYAT NE TUHAF; VAPURLAR FALAN...

Benim blog'um benim müziklerime yoğunlaştı uzun süredir; fakat hayatımdan ne haber? Biraz anlatma zamanı şimdi; madem buraya kadar gelmişsiniz buyrun misafirim olun:

Bu aralar üstüme binen gıcıklık bulutları ve hayatla mücadele eksikliğim gündemimi oluşturuyor. Öyle hızlı işleyen bir düzen kurmuşum ki eksenimi yatıran 3 derecelik bir açı bende 8.3 şiddetli depreme dönüşüyor. Sanırım gereğinden fazla mutsuzum, aslında eskisi kadar mutlu değilim o kadar. Ama gün bile tersine dönüyor, ben mi dönmeyeceğim Allasen...

Hayatta her duruma karşı yarım ağızla gülümseyen, her an açık arayan insanlardan nefret ediyorum. Bu aralar daha da çok... Örneğin sabahın köründe, aptal bir kazak muhabbetinde durup dururken "Ay senin omuzlar dar olduğundan kazak olmuyor tabii, benim geniş ya ondan güzel oluyor." diyenler gibi. Gün o andan itibaren hoop kaynar su olup dökülüyor başınızdan aşağı. Hem benim omzum da dar değil billahi, kafam küçük olduğundan dar olsa da geniş gözükmesi lazım zati haha. Hem onun boyu da 1.50. Benim yarım kadar yani (Abartmış olabilirim, hayır Yao Ming değilim)...
Neyse, bazen insan bu lafları sindiremeyip aklının sonsuz günışığını lekeliyor. Ve yine bir sabahın körü, bu patavatsız aradaşa laf söyleme sırası size geliyor. Efenim saçlarını kabartmış bu, Mısır tanrıçasına dönmüş. Dedim ki "Bu ne biçim saç ayol, düşes gibi olmuşsun". Onundan başından aşağı 100 C. İntikam soğuk yenen bir yemektir.

Bir arkadaşım "Turkish Blood, English Heart" dedi bana. Kalbim Britanya'da kaldı.

Çok özlediğim insanlarla doluyum. Annemin dizinde uzanıp babama laf atmak, sonra "Kestane istedi canım" diye mızmızlanmak istiyorum. Başkalarını da özlüyorum ama sadece özlemekle yetinmem gerekiyor bu aralar. Bir yandan da ev kuşu oldum; kimsecikleri görecek halim yok. Herkesi silesim mi var öpesim mi anlamadım gitti! "Bir ağlarım bir gülerim, sanma senden vazgeçerim" şarkısı dilimde; belki alışmam lazım...

Fotoğraflarım geldi; İstanbul fotoğrafları. Hepsinde öylesine mutluyum ki zaman makinasına ihtiyacım var. Kaygısızca sarhoş olmak ve elimde mikrofonla, yanımda dostlarımla karaoke yapmak istiyorum sabahlara dek. Hatırlamak istediğim anılarla hatırlamak istemediklerim yer değiştirse keşke.

Hem 9 Aralık'ta Nouvelle Vague geliyor geliyor. Gidemiyorum gidemiyorum. Murphy Kanunu mu desem ters orantı mı desem, bir şeyi çok isteyince olmuyor. İçimdeki kıskançlık canavarı konser iptal olsun diye tepinedursun, ben bu elim ve vahim günde örgü örerek oturacağım anasını satayım. Buradan arkadaşlarıma sesleniyorum:
Sen sarı uzun saçlı adam; hiç mi utanmadın Cuma’ya toplantı koyarken!
Ve sen siyah uzunumsu saçlı adam; konser yapacak gün mü kalmadı takvimde!
İkinizin de okuyacağını bildiğimden kınamalarla dolu kargalar gönderiyorum size...
Aşk olmasa da yollar ayırdı bizi Nouvelle... Bi daha gel!

Ama Queen Of Japan'e gideceğim Perşembe. Onunla avunup oturmam lazım. Siyah uzunumsu saçlı adama teşekkürlerimi sunarım.
Ayrıca Ocak'ta Art Brut kaçmayacak inşallah! Nisan'da da Radiohead diyorlar, hatta sözleşme bile imzalanmışmış. Aklıma mukayet olmak için pek fazla düşünmüyorum bu ihtimali; düşününce kalbim beş vücuda yetecek kadar kan pompalıyor çünkü...

Elim Roll kokmuş, ne güzel! Bu arada gözümden kaçmadı değil, Türkiye'nin iyi dergileri hep "ll" içeriyor, hatta roll... Bkz. Roll, Rolling Stone, Lull...

The Science Of Sleep geliyor Cuma günü, Michel Gondry'nin yeni filmi hem de Charlie Kaufman senaryolu. Bu ikisi birleşince zıpkın gibi fişşek gibi oluyorlar. Oyuncular da Gael Garcia Bernal ile Charlotte Gainsbourg. Bu arada Şarlot'un albümü de pek leziz olmuş; bir ara uzun uzadıya yazarım bence. Yaz diyenler 2334'e kısa mesaj yollasın.

(edit-ors): Kaufman yokmuş, senaryo da Gondry'nin; Kaufman yokmuş, senaryo da Gondry'nin, Kaufman yokmuş biliyor musunuz? Senaryo da Gondry'nin...

Evde yıllanan Lost'ları da izlemek lazım bir ara şarap eşliğinde...

Yumoş kokusu ve annemin kokusu... Hayatta en sevdiğim iki burun hediyesi...

Farkettim de yaklaşık iki aydır kitap okumuyorum; çok üzücü. Kings Of Convenience- I'd Rather Dance With You'da geçen "I haven't read a single book all year" dizesini benimsemekten korkuyorum. Okusam bu gece bir sayfa da olsa...

Tacim'in, Miette'in, Pınar'ın ve 029ur'ün blog'larına bakmak lazım. Onlar gibi yazmak lazım. Radikal 2 kılıklılar; içim açılıyor resmen!

Haftanın Klibi: Beck- Cellphone's Dead

Haftanın Mekanı: Kings Of Convenience- Misread klibinin çimleri, çiçek dalları

Haftanın Şarkısı: Tori Amos- Caught A Lite Sneeze

Ortada bırakılmış günlük gibi oldu. Okuyunuz ama kimselere söylemeyiniz.

1 Aralık 2006


Şarkı dediğin böyle olur. Yere çarpar durur ruhunu!
Pinhani- Yıldızlar dinleyin. Hatta siz iyisi mi Pinhani dinleyin...

Gökyüzünde ne çok yıldız var
Biri parlak biri ürkek biri yalnız diğeri sanki burda
İçimizde ne çok hırsız var
Biri aldı beni götürdü, sonra sattı, hem de yok pahasına

Ah şu hırsızlar
Her gece rüyamda senin kılığında dolaşırlar
Ah karanlıklar
Seni benden, seni dünden, seni gerçeklerden korurlar


Çok Kişisel Not: İyi ki doğdun babacığım...