27 Ekim 2006


M.I.A (Mathanginus Arulpragasamus) = Sri Lanka dolaylarında filizlenmiş üzüm salkımı. Londra'ya minik bir fide olarak gönderilen M.I.A'nın asi bir familyadan geldiği, damarlarında sanatsal renkli, neonlu meonlu klorofil dolaştığı ve gündüzleri oksijen alıp geceleri nota olarak üflediği söylenmektedir. Çevre dostu olup meyvesi pek lezzetlidir.

M.I.A kimdir?
Babası azılı Sri Lanka devrimcilerinden olan M.I.A ülkemizde bolca yetiştirilen apolitik neslin beslenme ortamına benzer bir ortamda büyümediğinden oldukça şanslı; ancak şans dediğin biraz da şanssızlığından kaynaklı. 11 yaşında ülkesinden sürülen melezin savaşın ve direncin her türlüsünü görmesi onu güçlü kılan ve ağzının fermuarını çekmesini engelleyen unsur. Bu da lafı dolandırmadan müziğine gelmemizi gerektiriyor. Ama beni ilgilendirmiyor ve tırışkadan bilgilere devam ediyorum.

M.I.A nedir?
"Maya'nın okunuşu hahaha!" diyenlere masumane bir öpücük gönderiyor ve "Ne zekisiniz kuzum!" diye sesleniyorum. M.I.A, devrimci kızın hem Sri Lanka'dan hem de Londra sokaklarından aşina olduğu kelimelerin açılımı: Missing In Acton.
Mülteciliğin ve iki ülkeye de ait olmamanın verdiği kaybolma hissine açık bir gönderme yapıyor üzüm.

M.I.A'nın bu blogla alakası nedir?
Grafitti ve film yönetmenliğiyle uğraşırken Justine Frischmann tarafından keşfedilerek müzik dünyasına zıplaması ve dünya müziğini hipapla harmanlayarak (NME klişeleri) gönlümüze okaliptüs ferahlığı getirmesi. Afrika tamtamları yardımıyla güm güm atması, pist müziği yapıp yine de pistlerde çalınmayacak kadar underground olması ve tüm bunları "Arular" albümünde gerçekleştirmesi. Bkz. “Arular”- üç satır aşağısı...

Arular kimdir?
M.I.A'nın babası.

Arular nedir?
M.I.A'nın debüsü. Kanınızı kaynatacak melodilere ve İspanyolca kelimelere doyuracak şarkı sözlerine sahip hindistan cevizi suyu tadında Asya turu.
Filistin Kurtuluş Örgütü'yle ilgili şarkı sözleri bulunduğundan MTV'den veto yiyen "Sunshowers"ı, "Arabada beş, evde on beş" tadında ilerleyen ve bu ilişkiyi "Yea, what can i get for 10 dollar? Anything you want." sözleriyle kanıtlayan "10 Dollar"ı, devrimci ruhuyla kılıç kuşandıran manifesto nitelikli "Pull Up The People"ı ve London Calling göndermesiyle başlayan "Galang"ı da içermektedir.
2005'te Mercury Music Prize'da "yılın albümü" adayı olmuş, ancak ödülü Antony And The Johnsons'a kaptırmıştır.

Yazar Notu
Şaka değil, üzüme benziyor be bu kız! Yiyor yiyor doymuyorum.

23 Ekim 2006

DRESDEN'IN SÜTTEN BİBLOLARI

Bordo eteklerini savura savura jartiyerlerini gösteren kabare sanatçılarına western filmlerinden aşinayız; ya yirmibirinci yüzyıla ışınlanmış olanlarına ne demeli? "Dresden Dolls" elimizden tutup kendi dünyasına çekiyor bizi...

Amerikanya menşeili grup öyle kalabalık revü ekiplerine benzemiyor. Sağ omzumuzda kalem kaşlı “Amanda Palmer”, sol omzumuzda Fred Astaire cesedi “Brian Viglione” duruyor.
Tanışma hikayeleri en az gösterileri kadar ilginç olan ikili bir cadılar bayramı gecesinde tanışıp grup kurmaya karar verdiklerinde balkabağı tadındaki kabarelerin temeli atılıyor. İsim olarak da Dresden'da üretilen kar beyazı bibloların etiketi çalındıktan sonra gelsin danteller gitsin maskeler...

Grubun Brecht esintili sahnesi biraz Tiger Lillies'e biraz Panic!At The Disco'ya benziyor. Ancak müziği anacaksak diskoyu yakanları saf dışı bırakmamız gerekiyor; zira bebeklere ait ninniler sek karanlık!!
Biraz daha açalım: Panic!At The Disco gibi tiyatro makyajı yapmaları ve hatta onlarla turneye çıkmış olmaları elbette Dresden Dolls'u onlar gibi mainstream malzemesine yakın gürültü grubu yapmamakta. Dolls daha çok Klaus Nomi'ye yakın.
Yazı Panic! At The Disco yazısına dönmeden önce son olarak iki grubun turne esnasında Dolls'a ait "Backstabber" şarkısına beraber klip çektiklerini söylemem lazım. Disko günlerini burada sonlandıralım. Kapa parantez.

Grubun 2004 yılında yayınladığı self titled albümü "Dresden Dolls" belki de en ihtişamlı Londra sokaklarını işaret ediyor. Rahatsız edici akorlarla süslenmiş albümün en alımlı fahişesi, Frankenstein hikayesi tadındaki "Girl Anachronism". Bunun yanısıra "I'm half Jill and half Jack" sözleriyle transeksüelleri de kabilesine katan "Half Jack" ve seks objesine dönmüş bir adamı kolundan çekip içeri sokan "Coin Operated Boy" size verebileceğimiz hizmet dahilinde...

2006'da ise "Yes, Virginia" ile yeniden stüdyo tozu yutan bebekler öncelikle "Dirty Business" melodileriyle ter attırıyor. "Am i the poster girl?" diye soran Amanda'ya "Allah'ına kadar!" demek boynumun borcu.
Ayrıca daha önce bahsi geçen tatlı "Backstabber" ve ismiyle muhafazakarları ayaklandıracak "First Orgasm" da genelleştirilmiş Barbie evinin işleyişini sürdürdüğünün kanıtları...

Siz de uğrayın bir ara. Kimse namussuz sayılmıyor Dresden'da!

17 Ekim 2006

BİR ORGAN OLSAN NE OLURDUN

Oh mon dieu! Bu kızlar beni öldürecek! Mezarımı siz mi kazacaksınız The Organ güzelleri?

Kanada soğuk mu olur bilmem; ama geçen kış bahsi geçen grubun ilk albümü "Grab That Gun"dan çıkma on şarkı, termofor etkisi yapmıştı üstümde. Belki fazlasıyla tanıdık gelen seksenler tınıları yüzünden; belki çağıma yakın indie ezgilerinden girmiştim The Organ'ın koynuna...

Eh bahar gelir yaz gelir, kar grubunu terkeyleme zamanı gelir. Ama gün ekim ve bugün sıcaklar on derece düştü; tozlanmış The Organ şarkılarım da kurulmuş saat gibi aklıma çöktü. Açtım dinledim; dinledim; dinledim... Ah ne özlemişim!

Sevgi dolu yazılara katlanamayanlar kaşkollarını alıp gitsin! Kış gelince kalorifer peteği kadar tatlı olduğumu bilenler ise bilmeyenlere anlatsın. Ben de hazır baş anlatıcıyken size "Grab That Gun"dan bahsedeyim kuzucuklarım.

29 dakikalık mini mini albümde Morrissey'inkilere yakın şarkı sözleri, Joy Division'a yakın uğultu sesleri, The Cure'a yakın (bana uzak) Robert Smith vokalleri mevcut. Mamafih, Çin malı taklit değil bunlar ablacım abicim! Kızlar çalmış ama güzel de çalmış. Org, morg ne varsa...
Örneğin albümün en bi en'i, en frontman'i "Brother", girişten çıkışa dek sağa sola sallıyor; dans ettiriyor; geçmişi yad ederken bugünün günlüğünü yazıyor. Bana gözyaşları o ayrı.. Termoforum gözümün altında patladı galiba...
Sonra nice genç kızı kalbinden vurup, yatağında katledip namlusunun ucuna üfleyen bir "Steven Smith" var çölün ortasında; isim tanıdık geldi mi size? Ah ca'nım Steven Patrick Morrissey'im, bir kahramanın ön adı olup Robert "saçaklı" Smith'in soyadıyla mı süslenecektin!
Hem ismiyle emocuları tapındıracak "Sinking Hearts"a ne demeli? Cismine ben tapındım billahi...

Serge Gainsbourg'un bir zamanlar dediği gibi: "Listen to THE ORGAN that i played for you!"
Size The Organ çalıyorum şu an, yaklaşsanıza...

16 Ekim 2006


RADYODAN GELEN TELEVİZYON SESİ


Radyo videoyu öldüreli çok oldu; ama televizyonun radyoya sızışı pek yeni... Frekansları TV On The Radio'ya ayarlama vakti şimdi...

Tüm enstrümanları bir kenara atın; insan sesinin hepsinin yerine geçebileceği konusunda açık çek size! Akapellayla dolu, caz desen caz değil rock desen pop değil janr desen hiç birine uğramaz bir grupla karşı karşıya kulaklarımız.

Hikâyesi ikibindörtlere uzanan ve ismiyle diğer albümleri kıskandıran "Desperate Youth, Thirsty Young Babes", kilisevari mesajıyla piyasasevmezlerin uğraklarından olmuştu. Özellikle Ambulance şarkısıyla gönlümü fethetmiş uzunçaların mevzu bahis şarkısında geçen "I will be your accident if you will be my ambulance " sözleri ise naifliği ve biraz da Radiohead imzalı There There kokusuyla tadımlık olmadığını göstermişti. Ancak grubun zaten Radiohead'le bir "al gülüm ver gülüm" ilişkisine sahip olduğunu söylemek lazım. Debut albüm OK Calculator, sizin de tahmin edebileceğiniz gibi OK Computer'a yapılmış sıkı bir göndermeydi.

Ambulance harici listeye baktığımızda pırıl pırıl bir "Mr Grieves" hikâyesinin de sırasını beklediğini görüyoruz (Niye her şeyi çoğul yapıyoruz anlamadım ama hayırlısı). Ayrıca bir Bomb Yourself var ki parça tesirli etkisi her listeden içerü...

İkibinaltının ikinci yarısında ise otobüs "Return To Cookie Mountain" durağında durdu. İşte bu durak TV On The Radio'nun en fazla yolcu aldığı yer oldu. Bu albümle Bowie'nin de takdirini kazanan ve onu haftada en az üç kez kurabiye dağına taşıyan grup, arkasında böyle bir dayanak bulunca durunu durağını da kaybetti.

Koltuklardan ıslık seslerinin yükseldiği bu daha tempolu albümde dikkat çeken başlıca unsur I Was A Lover. Sıkı bir Bush- Irak Savaşı göndermesine sahip şarkıda hiç durmayan alkış sesleri can damarı niteliğinde.

Hours ise kendini dünya güzeli sananların, dünya güzeli olup abartılanların marşı olma yolunda... Sepete katı vokallerle süslenmiş tef bazlı Dirtywhirl'ü, piyanonun kraliçeyi oynadığı Province'i de attıktan sonra yeni bir yolculuğa hazırsınız demektir.


TV On The Radio kulak pasınızı silmeye geldi; müsait misiniz?

7 Ekim 2006

SİLGİLERİN EN KUVVETLİSİ

Thom Yorke rock'ı terkedip elektronikayla evleneli çok oldu; üstelik üçüncü bebek de artık kucaklarda: The Eraser

Albümü yazmak için önce sindirmek gerektiğini düşünenlerdenim. Tam da bu sebeple ve biraz da medyanın tüm organlarının The Eraser'la ilgili tartışmalarını dindirdiği bu vakitte meydan bana kaldı. Ve işte "Süküt altındır." aforizmasını çekmeceye kaldırarak "Altının değeri düştü abicim!" diyorum şimdi.

Elbette Yorke demek Radiohead demek olduğundan bu tatlı ve hareketli bebeği "üçüncü" olarak anmak hata değil. Ancak bebeğin sancılı doğumundan bahsetmek mümkün. Thom Yorke'un Radiohead için yazıp çöpe attığını belirttiği şarkılardan oluşan bu solo albümün hiç de çöp poşetlerine layık olmadığını farketmek çok kolay. Yine de üreticisinin Yorke olduğu bir albümün ne olursa olsun beğenildiğini ve beğenileceğini de hesaba katmak lazım...

Albümün en fena şarkısı aynı zamanda ilk singıl olarak da seçilen "Harrowdown Hill". Şarkının politik ve sert kısmına kapılmışken gelen "We think the same things at the same time, we just can't do anything about it" dizeleriyle bir anda romansa atlıyor insan. Hayatımda duyduğum en çarpıcı aşk cümlelerinin siyasi bir şarkıdan çıkması enteresan.

Aynı zamanda albümün diğer temel direklerinden "Analyse", ormanda yapayalnız bırakılmışsınız da ekmek kırıntılarıyla eve ulaşmaya çalışıyormuşsunuz gibi. Ulaşana dek sahip olduğunuz tüm huzursuzluğu ve umudu tam da bu notalarda bulabilirsiniz. Sözleri ise konusunu açmaya korktuğum derecede tüyler ürperitici. Sırtınızdan aşağı bırakılan bir buz tanesi tıpkı. Aşağı çekiyor sizi...

Dinlemeye değer iki şarkı daha: "Black Swan" ve "The Clock"...Küfürbaz Yorke'un ağzına biber süremeyecek kadar kandırıldığınız "Black Swan" ve zamanımızın her saniye biraz daha dolduğunu kafamıza kazıyarak ilerleyen "The Clock" sayesinde geceler boyu uyanık kalmaktayım.

Anlayacağınız yeniden Yorke mabedime kapattım kendimi. Biraz nefes almak, biraz hayran kalmak, biraz dibe dalmak için...

Radiohead kanadını rock'la besle Thom, sololar elektroniğe çalışsın!

2 Ekim 2006

RÜYALARDA BULUŞURUZ

"Sözlü çeviri; seri düşünebilen, dinamik, yaşama merak duyan, öğrenmeyi değişimi, hareketi seven, riske atılmaktan korkmayan insan tipinin tadına doyamadan yaşayacağı bir serüvendir." der pek sevdiğim bir hocam.

Ben doydum. Seri de düşünemiyorum; dinamikliğim de eridi. Merakım da dağa kaçtı. Yandım; bittim; kül oldum. Mola istiyorum!!

"Neden siteni geç güncelliyorsun?" diye soran arkadaşlara selam eder, kendilerini tercümanlık bölümüne şikayet mektupları yazarken görmek isterim.

Öptüm gözlerinizden...