27 Haziran 2006

HORNY AS A DANDY

meşhur dj "mousse t" ile meşhur olmaya teğet geçmiş "dandy warhols" parçalarını birleştirip ortalamasını almış ve ortaya "horny as a dandy" adlı yepyeni bir şarkı çıkmış.

bildiğiniz gibi (nereden bilecekseniz) mousse t aslen türk, hatta adını okuyun bakayım bir, evet bildiniz: musti... kendisi ingiltere'de ikamet ediyor olup tom jones'un meşhur "sex bomb"ını da yapmış adamdır. bahsi geçen ortak çalışmaya ise yine bir dönem dans listelerini epeyce meşgul etmiş "horny" şarkısıyla katkıda bulunmaktadır.

gelelim "dandy warhols"a... onlar da sene 2000 gibi "bohemian like you" ile ortaya çıkıp tabir-i caizse voleyi vurmuştur. şarkı hem çok meşhur olmuş hem de vodafone reklamlarında kullanılarak sahiplerinin cebini doldurmuş da taşırmıştır. zaten hem şarkı hem de klibi inanılmaz eğlencelidir, haketmiştir. ancak o albümleri tutmuş olsa da sonrasında dandy warhols dikiş tutturmayı başaramamış ve "one hit wonder" olarak uçup gitmiştir...

şimdi ben vatandaşlık görevimi yaparak bohemian like you sample'lı horny'nin, yani "horny as a dandy"nin link'ini tam da aşağı koyuyorum. ve son olarak "klipte oynayan şekilsiz adam mousse t'dir." diyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum. çiçeklerinizi "comments" kısmına gönderebilirsiniz...

http://www.mousse-t.de/videos.htm
ATEŞ BÖCEĞİ, PORTAKAL ÇİÇEĞİ

tül kanatlı ateş böcekleri kızıl turuncu saçlarına konmuş, piyanosu önünde derin nefesler alıp veriyor tüy kadar hafif tori amos... kolay değil hem yazıp hem yaşaması, hem söyleyip hem çalması, ama her nefeste yeniden içine dalıyor bu peri kızı...

tori, soyadıyla hitap etmesi gereksizlerden, o kadar sizden hikayeleri var ki yolda görseniz hal hatır sorabileceklerinizden. kate bush'a benziyorsa ne olmuş sesi? kate bush'u sevmez mi sanki... tecavüze uğrayıp susmamışsa başımızın üstüne konmamalı mı cesareti?

onun müziğini müzik yapan yaşanmışlığı işte. cornflake girl de tori, peder lucifer'a hal hatır soran sefil de... fırıncı için de şarkı yapar o, tanrı için de... bu yüzdendir ki samimiyeti sesiyle birleşince kulakların vazgeçilmezi oluyor, kalbe doluyor. anlaşılması güç sözleri ve metaforlarıyla muammalığını korusa da arada bir kapılarını sonuna dek dinleyicilerine açıyor.kah tamamen kavırlardan oluşmuş bir albüm yayınlıyor (strange little girls), kah yol hikayeleri yazıyor (scarlet's walk) ama hiçbir zaman "sıradan" olmuyor...

geçen yıl ülkemize de uğrayan tori, hayranlarını dili dışarıda göndermiştir konserden. ayrıca "caught a lite sneeze" şarkısı da şu hayatta en sevdiğim şarkılardan. bunun dışında "girl", "mr. zebra", "silent all these years" gibi şarkılarla tüylerimi diken diken eden, gözlerimi dolduran, gülümseten, göğsümü kabartan bu minik dünyaya sarfedilen övgüler hep yavan...

tori kalbi daha hızlı attırıranlardan, hareketleri yavaşlatanlardan. bir buz tanesi kadar soğuk, bir anne kadar sıcak olanlardan...

iyi ki varlardan, hep varolacaklardan...

17 Haziran 2006

ASRIN HATASI

(bu yazı kral tv'ye ve her 10 dakikaya bir aynı klibi gösterme zaafına ithaf edilmiştir.)

yıl benim onlu yıllarım, belki daha öncesi... küt saçlı, miki maus'tan farksız bir adam, topluca (sonradan bize manken diye yutturdular o ayrı) bir esmerin göbeğinden zeytin yemekte; bir yandan da o meşhur dizeleri mırıldanmakta: "karabiberim, vur kadehlere"... o yaşlarda akıl nerede? ailecek sevdik bu delikanlıyı... ancak elbette tahmin edemedik bu "deliriyorum canım deliriyorum, acı domates gibi kızarıyorum" sözlerinin çıktığı kalemin yıllar sonra bu güfteleri milyon dolarlara satacağını...

bugün hangi kanalı açsam "hala" karşımda serdar'ım ortaç'ım (ortaç= sıfat fiil eki). öyle ki bu satırları da dolup taşmış olmanın verdiği dayanılmaz rahatsızlıkla yazmaktayım. yani benim amacım çirkeflik yapmak şimdi, işte kötü yönleri serdar'ın:

yılların eskitemediği "arak prensi" öncelikle elastica'nın "2:1" adlı şarkısını birebir çalarak, "kendim yaptın bakın" diye önümüze atmıştır: "nereye nereye gideyim, ya benim ol ya da seni terkedeyim". şimdi bu kadar tırnak işaretinden ben rahatsız olmadım mı, oldum. ama malum konumuz araklama olunca mecburen oradan buradan noktalama işaretleri sarkacak. neyse efendim diyeceğim odur ki ortaç (gramer kitabına benzedi ya, hayırlısı) bu şarkıyla sıkı bir brit-rakçı olduğunu kanıtlamıştır.

ikinci arak ise klip bazında: robbie williams- blablabla. şarkının adını hatırlamasam da türkçe karşılığını hatırlıyorum: beni unut. her iki klipte de serdar ve robbie sabah kadınlar ve çarşaflar içinde uyanıp günün devamında partiye devam etmektedir. ket vurmak için son 5 dakika.

çekirge üç kere sıçramış bir kere, karşınızda yeni bir klip: mankenler tavanlardan sarksın (adını attım tabii ki-aslı "asrın hatası"). bu klip de george michael-freedom'dan kotarılmış, üstelik ne talihsizliktir ki aynı anda hem kenan doğulu hem de serdar ortaç aynı konsepti kullanmışlardır. konan versiyonunun adı "ben güzelden anlarım" olup "benmerkezli cevabı ise "nah anlarsın"dır.

şimdi ben bu kadar bilgimsiyi neden sundum gözünüze ey ahali? son klip "sor"a olan gıcığım yüzünden. şöyle ki başta ithafta bulunduğum kral tv'ye zapping yaparken dahi uğrasam bu klibi görüyorum. destiny's childs'dan araklama olan bu güzide klipte oradan buradan dansçılar çıkmakta, serdar ortaç hiç kullanmadığı kadar kadın vücudu kullanmaktadır. utanmasam acıyacağım ama "paralar hop cebe" diyen bir insan için bu hakkımı değerlendiremem. japon da olsa. japonları sevsem de...

diyeceğim odur ki serdar ortaç emekli olsun artık. kumarıydı, askerlikten kaçmasıydı derken yeterince tolerans göstermezmişiz gibi bir de her dakika karşımıza çıkmak zorunda o sureti, adım başına duymak zorundayım o vızvız sesini sanki...

hatta o kadar gaza geldim ki kendisinden bir alıntıyla bitirmek isterim yazımı: "seninki hiç gözü doymaz, hiç utanmaz, bıkmaz uslanmaz"

bir doysa zaten hepimiz rahatlayacağız.

13 Haziran 2006


TATLI SERT

adı dünyanın en seksi grup adı, içinde dünyanın en seksi adamlarından biri bulunmakta, sahneleri dünyayı sekse davet ediyor, sözler ise "pornografik ve trajik": SUEDE

o akım, bu akım, şu akım... bırakalım bunları bir kenara, işimiz gözleri faltaşı gibi açmak. üzerinde tanrı'dan gelme spot ışıkları gezen brett anderson'ın taklide cesaret edilemeyecek kadar şuh ses tonu, "a"ların "a" olmaktan gurur duymasına yol açan aksanı; bernard butler'ın gitarıyla sevgilisi kadar samimi olması, yeri gelince brett'in şuh aksanının butler'a ait samimiyet sınırlarına dalması... işte müziğin en cezbedici yanı: sizden olması...

ilk albüm "suede" çıktığında sallandı londra, sonra dünya. "brit köküne kibrit suyu" deyip köşesine çekilenler, müzikte moda kavramına inanıp dört elle ona buna sarılanlar, hepsine elektrik akımı vermenin zamanı gelmişti. ve suede sahnedeydi, ve brett dans etti. evet herkes dans eder, çok da komplike değil ama siz brett'i izlediniz mi?
sonra şarkı biter- başlar, yarısında durur ve sıra butler'ındır, gitar solosunu sevmeyen bendenizin yalnız iki kişinin önünde kapanası gelir: butler ve konudışı marr... konu dışı mı? belki de brett'in atası morrissey ise butler'ın da marr'dır...

ikinci albüm "dog man star" ise suede tarihinin en yüreğe dokunur kısmı... en içe işler parçası... marilyn monroe'nun, james dean'in ruhlarına taze nefes yollar, the asphalt world gibi dibe vurmayı garantileyen notalara sahiptir, tarihin en leziz sololarından birini "we are the pigs" dahilinde bulundurur ve ruh doyurur... bittiğinde en temizinden bir oksijen hüzmesi ciğerlere... hayattasınızdır, mısınızdır?

sonra butler çeker gider. suede'in nefes alışverişi yavaşlar...

grubun yeniden yapılanma sürecinde butler yerine tazecik richard gelir, ama butler gibi değildir (saçlar hariç). tabii ironiye doyum olmaz zira yeni kadrodan çıkan "coming up" popun altın yıldızlarından olmaya taliptir. dog man star'ın ağır akışını ne kadar seversem coming up'ın "bas gitara, korkma!" halini de bir o kadar severim. hele ki içinde bulundurduğu filmstar ve isim babam starcrazy (star mı, buyrun) ölüp bittiğim iki en değerli suede şarkısıdır. bu sırada gruba dair edilmiş bebek suratlı neil codling ise suede'in fan kitlesini arttırmak için atılmış isabetli bir adımdır.

bu albüm sonrası "sci- fi lullabies" çıkar, albümün yarısı butlerlıdır ve yanımıza kar kalır. b-sidelardan oluşan bu double albüm grubun yenilenme tarihini uzattığının göstergesi olurken yine de sezar'ın hakkı sezar'a diyerek bu ninnilerin kıymeti tarafımızca bilinir. özellikle sadie, killing of a flash boy, europe is our playground ve morrissey'in de katkıda bulunduğu my insatiable one gibi şarkılar albüm şarkılarının çoğundan daha da iyidir. zaten brett der ki " sci fi lullabies, tarihimizi suede ya da dog man star'dan daha iyi özetliyor, çünkü çok fazla iniş çıkışa tanık oldu."

head music sırası... strings denilen o müzik aletini alnından öpmek farz zira hindistan'a göz kırpıp azıcık da bizim köklerimizden çalmış (gitarist mat osman? soyadı tanıdık geldi mi?) melodilerle süslü bu albüm diğer albümler kadar ilgi görmemiş olsa da "farklıdır" ve iç gıcıklar. ama dominant gen strings'in yanısıra resesif ama tamamlayıcı unsurlar da, can't get enough ya da he's gone gibi, head music'in mali olmasa da müzikal başarısının göstergesidir.

gelelim harici tutulması gereken grup anına: suede'den çıkma her şeyi savunun da "a new morning"i savunmayın bana. bu albüm ardından dağılmasalar intihar etmeleri gerekebilirdi azaların zira başarısızlığın her saniye adım adım görüldüğü bir eserden bahsediyoruz. ama müziğin yerinde yeller eser, o ayrı. nerede moving'ler, she'ler, nerede obsession... eh be suede, sonunda "beautiful loser" olup çıkıyorsun...
ya sen brett anderson? büyüdün, geride kaldı kadınsılığın. tül gömleklerini çıkartıp dolaba astın, eskisi gibi ahenkle dans etmiyor saçların. ama müziğin neden yaşlandı be güzelim? süreç gibi manasız bir bahaneyle karşıma gelmesin kimse, güneşi balçıkla sıvamasın. kalkışanı "a new morning"in sevgi kelebeği tutumuna hapsederim... oh yeah? oh yeah...

neticede son facia hariç suede başımın tacıdır. onun kadar şehvet sahibi bir grup daha varolmamıştır, biliniz...hani bazen bir işle uğraşırken arkada fon müziği olsun istersiniz, bazen de müziği öne katıp siz fonda hareketsiz durursunuz ya, işte bahsettiğim ikinci kategorinin şahıyla berabersiniz...

ne kadar dinlerseniz o kadar seversiniz...
ne kadar severseniz o kadar dinlersiniz...

GELDİ

-merhaba.
-zeki müren.

cümleleriyle yandı ışıklar... senelerdir "onun sapı bunun çöpü" nedenlerinden ülkemiz sınırlarına teğet geçip duran morrissey en sonunda kanlı canlı önümdeydi, ki akli dengeyi kaybetmeye yetecek kadar da yakındı hani.

yerimi sağlama almak adına saatler öncesinden çilekeş ve mor and the ötesi gruplarına katlanmak zorunda kaldım mı, kaldım. hatta kameraların yanımdaki "bağlasan durmaz bayanlar" arasına beni de katmaması için köşe bucak kaçtım (televole terimleri sözlüğü sf .23). ancak öngörüm sayesinde (bugün bayram, kendimi de överim morrissey'i de) moz'u kirpiklerine kadar görme şansını bulabildim.

sahneye smokinlerini çekip çıkan "madchester tanrısı" panic'le başladı geceye. dj'leri asıp kesmesek de kendimizi kaybetmeyi başardık kitlece. çoğumuz yıllardır açtık ve önümüze ekmek yerine pasta atılıyordu neticede, her lokmasını tatmayı haketmişti türkiye mozseverleri...
daha sonra yeni albüm ağırlıklı en güzelinden bir playlist sundu moz ve ekürileri. şarkılar o kadar kusursuz çalınıyordu ki sanki atmosfer stüdyo olmuştu. kulaklarımızda kulaklıklar, banttan dinliyorduk onu.

konserin en mükemmel anı elbette ki "girlfriend in a coma"ydı. şarkı önceden beri "morrissey top 10"imde bulunmasına rağmen konser kaydını rahatlıkla en başlara alabilirim. bunun dışında "life is a pigsty" ve "how soon is now" da gecenin "iyi ki bu havayı soluyorum" dedirtecek kısımlarındandı. yine "let me kiss you"da "i've zigzagged all over ISTANBUL" kısmı da "kurbanın olayım beni de turnene kat" cümlesini döktürdü dilimden. daha çok son albümden parçalara yer verildiğinden kelli hep bir ağızdan söylenen şarkı sayısı azdı fakat yine de gördüğüm kadarıyla (moz'dan gözümü ayırdığım 3.21 sn.de) insanlar bu günü "gerçekten ve yürekten" beklemişlerdi.

ama kocaman bir eksisi vardı gecenin: zaman. konser sadece 1 saat 15 dakika sürdü ve haliyle doyamadım, doyamadık. hatta bir kez bis yapılıp "irish blood english heart" gibi en sıkı parçalardan biri çalınmış olsa da neticede bu da 5 dakika daha ekledi ve rüya bitti. morrissey mutlu mudur değil midir bilinmez ama benim hevesim kursağımda kaldı.

ancak moz'un gömlek ritüelini uygulaması, gömleğin daha havadayken tecavüze uğraması, mikrofonla yaptığı dansı, duruşu, bakışları, en önemlisi istanbul'da nefes almış olması her şeyin üstünde bugün. zira sonunda "oldu".

belki ben ona dokunamadım ama o ruhuma dokundu.

-güle güle.
-steven patrick morrissey.

morrissey istanbul karma
morrissey istanbul "you've killed me"

4 Haziran 2006

AZAR AZAR, AMAN BU NASIL YAZAR?

Ben zamanında bu diyarlarda "Nick Hornby"yi anmış mıydım?

Hornby, İngiliz olup İngiltere insanının soğuk nevale karakterine pek zıttır. İroniden anlar ve bunu en iyi şekliyle anlatmayı başarırır. Karakterleri genellikle sıradan insanlardır; ancak kesinlikle sıradan hikayeleri yoktur. Ör: "About A Boy", "High Fidelity", "How To Be Good"

Aynı zamanda müzikle de yakından ilgilidir. Bruce Springsteen'e hasta olup Morrissey'i sevmemesi en büyük eksikleri olsa da yine de hiç de fena değildir. Tamamen şarkıları anlattığı bir de kitabı vardır: "31 Songs"

Ayrıca yine "High Fidelity" müzik kitabı sayılabilir; zira hikaye bir müzik dükkanında geçmekte ve adamın başına gelen ne varsa arkada muhakkak bir fon müziği çalmaktadır. Kaliteli cinsinden hem de...

On parmağında on marifet yazarımız aynı zamanda futbola da düşkündür. Bunu nereden anlıyoruz? Anılarını anlattığı "Fever Pitch"den.
Hornby bu kitapta tuttuğu takım Arsenal başta olmak üzere neredeyse gittiği tüm maçları anlatmakta, İngiltere'nin ve dünyanın futbol tarihine esprili bir yaklaşım sergilemektedir.

Bitti mi? Bitmedi.
Kendisi aynı zamanda bir süreliğine editörlük yaptığı bir dergiye yazdığı kitap eleştirilerini de "The Polysyllabic Spree" adlı kitapta toplamıştır. Bu kitapta Hornby'nin özellikle Dickens'ı andığı kısımlar kusursuzdur.

Şimdilerde yeni kitabı elime düştü taze taze: "A Long Way Down".
Dibe vurmuş ya da hala düşen insanların mecazdan uzak, gerçek düşüşlerini anlatıyor(muş) kitap; zira kahramanların hepsi intihara hazırlanmaktaymış, bir nevi "Boğaz Köprüsü, bariyer öyküsü" anlayacağınız... Daha taze dedim ya hani, okumaya da birazdan başlarım. Ama sanmayın ki sevmem;ben Hornby konusunda yüce bir önyargıya sahibim.
Johnny Depp de kitabın film haklarını alıp kenara koymuş ki iyiden iyiye arttı merakım...

Tahmin ettiğiniz üzere tarafımca en sevilenlerden "Nick Hornby". Anlamadıysanız vurun kafanızı bir yerlere, kendinize gelin, sonra da bir koşu bir kitapçıya girip "High Fidelity" alın. Pişman kalırsanız Hornby'ye mektup yazarsınız; para iadesi yapıyor.
Ama ben aracı olmam.

(Bu yazıya eşikaltı mesaj yerleştirilmiştir: Hornby okuyun, Hornby okuyun, Hornby okuyun, Horn...)

1 Haziran 2006

DA VINCI ŞİFRESİ: BİR UYKU KLASİĞİ

da vinci'nin şifresini bilmem ama bu filmin şifresi belli: G-İ-T-M-E-Y-İ-N

bilirsiniz kitapların filme uyarlaması çoğunlukla kimseyi tatmin etmez, tabii sekreter hikayeleri değilse (şeytan surat)

bu film de bahsettiğim grubun lider örneklerinden. ancak bonusları saymakla bitmez, deneyelim:

1- tom hanks: kafamdaki robert langdon'la alakası olmadığından mı yoksa "ailenizin ferdi" olduğundan mı bilinmez gözüme pek kötü göründü tom hanks. "cast away" diye bir film çekmişti hani, ıssız adaya düşmüştü falan filan. kim kurtardıysa onu öbür dünyada yakasını bırakmayacağım, haberi ola...

2- süre: bu film üç saat olamaz, bir saati bile işkenceye doyururken üç saat boyunca ıkın ıkın ıkınmak, sıkım sıkım sıkılmaktan yoruldum, anlayacağınız sıkılmaktan dahi sıkıldım. ilk yarıda bir, ikinci yarıda bir buçuk olmak üzere derin bir uykuya yumuldum. mutluydum zira gözlerim dinlendi. ancak gözlerimi her açtığımda filmin hala devam ediyor olması dinlencemin içine etti tabii... sonlara doğru "allah'ım neydi günahım" diye mırıldanmaktaydım. ve bitti. ve nefes almak ne güzelmiş yarabbim.

3- kitap: film neden üç saat aşikar hani. kitapla senkronizasyonu sağlayım da gözüm açık gitmesin demiş olmalı "cast" sistemi, böylece orijinal kağıtlarda ne kadar ayrıntı varsa gözünüze sokulmakta, ancak ışık hızıyla. evet her detay anlatılmış ama aslında hiçbir şey de anlatılamamış. bunun kitabını da sevmezdim ben zati (şaban- süt kardeşler hesabı).

"ilk üç" oldu sizlere ama idare edin artık...
aman paranız cebinize kalsın, fazladan bir bira daha içersiniz oturup, yazık...