27 Mayıs 2006

RADYO VİDEO'YU DÖVER

radyolarla son birkaç yıldır aram iyi olmasa da yine de açılmışsa elimin gittiği iki kanal bulunmakta... radyo odtü ve internet üzerinden radyo eksen...

radyo odtü'yü bugün de dinlememin tek bir sebebi var ama, o da "modern sabahlar"... yıllardır gözümü kendileriyle açarım... yanlış anlaşılmasın yapımcılar değil kastettiğim (hin gülüşlü yazar)
gerek komiklikte sınır tanımayan (bayılırım bu reality show klişesine) cingılları, gerekse lüzumlu, lüzumsuz her konuda ettikleri muhteşem sohbetler oldukça güldürmekte beni...
hatta geçenlerde yolculuk yaparken yanımdaki bayan insanı korkuttum kahkahalarımla, ama elimden bir şey gelmemekteydi zira çok da sıkmıştım kendimi...

bunun dışında zevkle dinlediğim bir diğer program da bbc radio'da pazartesi geceleri ortaya çıkıveren "steve lamacq show"... ingiliz müziği zaten baştacımdır, bu programda da çok çok iyi örneklerine rastlamanız mümkün... arada yapılan süper canlı bağlantılar ise programın en büyük artılarından... örneğin placebo'nun yeni şarkısı "because i want you"yu fi tarihinde burada molko röportajı sonrası duymuştum... kelimeler kifayetsiz...ayrıca bilen bilir manic street preachers'ın tek güzel yanı richey'nin başından geçen efsane "4 real" hadisesi de "steve lamacq show"da vuku bulmuştur...

eh son olarak bir de "hakan tamar" adlı güzel insanın geçmiş zamanlı radyo programı "punkart" var elbette, hala yayınlanmakta mıdır radyolarda bilmiyorum, önceden de internetten takip ederdim... şimdi dream tv'de aynı adlı program yayınlanmakta olduğundan radyo şovunu unuttum gitti... ayrıca "hakan tamar" türkiye müziğinin mihenk taşlarından olup saygı beslediğim nadir insanlardan biridir...rastlarsanız da kanal manal değişirse iki elim yakanızda, haberiniz olsun...
İTALYAN İŞİ: PIER PAOLO PASOLINI

pasolini adını verirken kırmızı seçilmesinin çok bariz bir manası var... zira o, şehvetin ve aşkın, hatta anlatılmak istenmeyenlerin habercisi olan bir yazar, yönetmen ve şair... bu marifetlerinin hepsini ise üst düzeylerde sergilemekte...

italyan yönetmenin yaşadığı dönem boyunca çektiği filmlerin genel teması "toplumda kabul görmeyenler" üzerine... eşcinsel olduğu için döneminde gördüğü baskılar, komünist olması nedeniyle geçirdiği zor zamanların hepsi pasolini'nin eserlerinin çeşitliliğini ve etkileyiciliğini arttırmıştır. bugün bile "en değerli italyanlar" arasında sayılmasının nedeni elbette ki bu cesaretidir...

fakat ne ironiktir ki hayatı boyunca sakınmadan paylaştığı eşcinselliği "ölüm nedeni" olmuştur... zira 1975 yılında eski sevgilisi tarafından öldürüldüğü söylenmekte, bunun yanısıra dünya görüşünün geniş olması nedeniyle de "politik bir cinayet"e kurban gittiği düşünülmektedir...
ancak ne olursa olsun bu sıcakkanlı ve zeka dolu insanın arkada bıraktığı "tuhaf derecede güzel" eserlerin arşivlere katılması şarttır...

özellikle de 1975 tarihli bir marquis de sade uyarlaması olan "120 days of sodom" en çok bilinen ve dikkat çeken eseri olup midesi kaldırabilenlere muhakkak tavsiye edilir... sinema bazında böylesini izlemediğinize yemin dahi edebilirim...

hatta referanslar arasına konulacak "morrissey" ismini es geçersem kendimi affetmeyebilirim de, zira morrissey'in son albümü "ringleader of the tormentors"ın çıkış parçası "you've killed me"de pasolini'ye büyük bir gönderme mevcut "pasolini is me, accattone you'll be" dizeleriyle.(bebelere bilgi: accattone pasolini'nin ilk filmidir.)

dahilik- delilik sınırları arasında gezen bu yönetmeni gördükten sonra hayata bakış açınızın ,keskin veya zayıf, değişeceği muhakkak...

benden söylemesi, sizden izlemesi...

25 Mayıs 2006

ARANIYOR

"richey- 4 real" hadisesini bilenler parmak kaldırsın! gözümle görmesem de kalbim sizlerle...

richey james doksanların brit gruplarından manic street preachers'ın gitaristi olduğu dönemde birçok eleştiriye maruz kalmaktadır. grup bir gün ingiltere'nin en tanıdık dj'lerinden "steve lamacq"ın radyo programına katılır ve lamacq tarafından şöyle bir yoruma maruz kalır: birçok insanın sizin gerçekliğinizden şüphe duyduğunu düşünüyorum...
aradan iki saniye geçmeden richey cebinden jilet çıkararak koluna "4 real" yani "gerçek" sözlerini kazır ve hemen ardından hastaneye kaldırılır. efsanenin emin adımlarla dibe vurması işte böyle başlar...

ve 1995 yılında richey'nin ansızın ortadan kaybolmasıyla, geride soru işaretleriyle dolu akıllar bırakarak ucu açık halde biter bu hikaye... o seneden beri 1995'ten beri her yıl "richey şurada görüldü, burada kahve içiyordu, şurada top koşturuyordu" lafları ortada bolca dolaşmasına rağmen yaşadığı bile meçhuldür...

manic street preachers'ı yarattığı etkiler ne olursa olsun başarılı bulmamakla beraber gruptan bir tek "richey" şahsını takdir ederim müziği karıştırmadan işe, ki kötü bir durum, farkındayım...
müzikal açıdan ise ne yapılırsa yapılsın "richey"nin yeri dolmamıştır, bunu kabul edenlerin sayısı az buz değil... msp tarihinin en çok satan albümüne bakmaktansa "hayranları nezdinde" en kaliteli albümüne bakılması taraftarıyım, grupta sadece bir albümlük yeri olsa da...

neticede görürseniz bana bir haber edin, kaygım o sebep...
eşgal tanımlaması için de güzel richey'nin güzel yüzünü yukarıya koydum bakın.
içimiz erisin... glam sağolsun...
KUĞU GÖLÜ KONSERİ

şu sıralar ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şey: pj harvey, pj harvey, pj harvey

güçlü kadın gösterilerinden her daim memnun kaldığım ancak feminizmini doyasıya yaşarken bir yandan da erkeğinin ayakları dibinde "onu da sev beni de" diyen içli bir alamet-i farika var karşımızda...

pj, pötikareli etekleri çekip kır bayır koşturan bir küçücük kız çocuğuymuş malum, belki de bundandır içine kapanık olmasına rağmen rahatça dökebildiği desibeli sonsuz çığlıkları... peki büyüdüğünde değişen artılar-eksiler nedir? eksi hanesini boşta bırakarak artı hanesine "çirkin ördek yavrusundan kuğunun bir basamak altına dönüşümü"nü eklemek mümkün, zira pj'in özel hayat sayfalarını karıştıracak olursak editör konumunda nick cave'i görebiliriz. arsız nick'le umarsız pj'in küllenmiş de olsa hala pek cazip görünen ilişkisi üzerine saatlerce kafa yorabiliriz ...

ama parmaklar çalışmalı şimdi...

tam da bu nedenle hemmen "kim, kiminle, nerede, nasıl" köşesini bırakıp pj'in müziğine geçiyorum.
diskografisinde yedi dev albüm bulunan bu sesine doyum olmaz kadın, her birinde ortalığı yıkıp geçmeyi başarmıştır.davulların bol olduğu ve benim de kanımın en çok kaynadığı albümü "dry"la başlayan serüvenine son virgülü "uh huh her"le atan pj, bir bakarsınız volkan olmuş yanmış, bir bakarsınız kızgın kumlardan serin sulara atlamış, ancak hiçbir zaman beklentileri boşa çıkarmamıştır.

özellikle dry demo'sunda bulunan "oh my lover"da tüm şirretliğini bırakıp kedi gibi mırıldanarak sevgilisine yalvarması, iki aşk arasında kalmış kadınımızın dokunulmazlık sınırlarını aşması pj'in nezdimde doruğa çıktığı andır...

hatta zaman pj top 10 yapma zamanıdır:

1- oh my lover
2- the garden
3- the dancer
4- dress
5- down by the water
6- rub till it bleeds
7- sheela-na-gig
8- kamikaze
9- this is love
10-this mess we're in

19 Mayıs 2006


BİR DİLİM TATLI

elinizde bir fincan kahve, yüzünüzde gülümseme, pencereden bakıyorsunuz... ve huzur dolusunuz... işte travis, bu anın müziğe çevrimi...

eğleniyorsunuz...

çünkü travis naif şarkı sözleriyle çoğu müzisyenin yapamadığını başarıyor: basit olmak... kah ilkbaharda çiçeklerin açmasını bekliyor kah "i'm so happy coz you're so happy" gibi kas gevşetici cümlelerle karşılaşıyorsunuz. "çürük dişlerim var ama gülümserim" derken azı dişlerindeki karaltıları sayabiliyorsunuz solist fran healy'nin, ya da "why does it always rain on me?" derken çocuksu bir inat sezebiliyorsunuz hayata karşı. "bırak aksın gitsin"den çok daha fazlası bu iskoç'ların "tatlı" isyanı...
samimiyetlerinden şüphe etmeye kalkmayacağınız derece dost canlısı müzik yaptıklarından travis en sevdiklerimden... bir anda güneşli havalar açtırdığından muhtemelen...

içleniyorsunuz...

gözyaşına müsait değilseniz bile.
"re- offender" bugüne dek karşıma çıkan en "sonbahara ait" şarkı örneğin, şöyle ki içimde rüzgarlar eser ben ona sığınmışken, sanki üstümde duran yağmur bulutu harekete hazır bekler, hava griye döner ve ben iç çekerim. sırf bu nedenledir ki re-offender'a günlük güneşlik zamanlar elimi sürmekten imtina ederim...
peki "luv"ı dinlediniz mi hiç? dolup taşan nehirleri bilirsiniz, ağlamaya yakın durup içinizdekileri biriktirir ve patlamayı beklersiniz. ancak boğazınıza bir düğüm çöreklenir ve kalakalırsınız. mutsuz değilsinizdir ama içiniz acır, acınız azdır ama daha fazlası yakındır. "neredesin?" diye sorduğunda fran, şarkıyı durdurur ve nefes alırsınız, sonra aşkın planlanmayacağından açılır bahis ve başta bahsettiğim hislerle yalnız kalırsınız. aşk söz konusu olunca genel geçer bir şarkı bu aslına bakarsınız, vurup geçtiği kesin olanlardan...

şaşırıyorsunuz...

"writing to reach you" ile karşılaşınca mesela. "the man who"nun jelatinini çıkarıp albümü yerleştirirsiniz kaset kapağına ve birden kulağınıza "wonderwall" notaları geliverir, oasis albümü değildir elinizdeki ama intro'lar aynıdır ve bir yerlerde "bu wonderwall ne ola ki?" denir sözlerde... o zaman şarkıyı başa sararsınız ve keşfin tadını çıkarırsınız...
ya da bir gün oturmuş travis'in bol sohbetli bir konserini izlemektesinizdir ve fran gitarını tıngırdatmaya başlar: baby one more time... britney'den doğma şarkı bir anda hiç olmadığı kadar güzel gelir kulağa, insanlar güler, siz gülersiniz ekran başında. bir bakmışsınız sonra şarkının sözleri ezberinizde...
geçeyim mi "the last laugh of the laughter"a? fran healy'nin yolu bir gün fransa'ya düşer ve orada sandala binesi tutar, cebinde de yazdığı bir şarkı sözü. sandalda bir de fransız kız vardır ve biraz sohbetten sonra fran cebinden kağıdı çıkarıp kıza gösterir, kız şarkıyı fransızca'ya çevirip söylemeye başlar birden ve ışıklar yanar, bahsettiğimiz dünyalar tatlısı şarkı çıkar. ma vie, tout ma vie...
bahsedeceğim son şarkı bol ünlem işaretli:"blue flashing light". "the man who" albümü biter ancak kaset dönmeye devam etmektedir. yaklaşık on dakika sonra birden sessizliğe alışmış kulak irkilir, zira hoparlörden gitar sesleri gelmektedir. sona saklanmış en değerli travis hazinesi, travis şarkılarından başka her şeye benzeyen dengesizliğiyle tam on ikiden vurur sizi, hele ki cumartesi gecesi evde yalnızken dinlemişseniz bu şaheseri... ağzı bozuk, isyankar haller çaresizlikle birleşince (allah birleştirmesin de) ve sert sözler yine sert gitarla çiftleşince "song fatale" bir şarkı duymanız ihtimali ne kadar yüksek anlayın...

seviyorum, seviyorsun, seviyor...

neticede vokalist fran healy cidden iyileştirici güce sahip ve travis dokunması gereken tüm bam tellerini ezbere biliyor. allı pullu şarkılar yapmak yerine bir söyleyip pir söylüyor... bu yüzdendir ki yıllardır hala elim grubun albümlerine gidiyor...

ne benzetildikleri oasis ne de weezer, travis kadar içten değil, yani kerameti "şu şudur" karşılaştırmalarında aramayınız. bunun yerine gözlerinizi magazine kapayıp kulaklarınızı dört açınız...

eğer "hangi sorudan başlayım öğretmenim?" diyorsanız da tavsiyem "the man who"yla açılış yapmanız. ne de olsa doğuştan huzur aramaya alışkınız... sonrası çorap söküğü zaten, başlayanın bırakamayacağı cinsten...

anlayacağınız travis "büyü de gel çocuk" demeye kıyamayacağınız ender gruplardan...
öylesine şirin, öylesine güzel ve öylesine bizim olan...

14 Mayıs 2006

GEMİ İSVEÇ'E DEMİR ATTI

İskandinav ülkelerini bilirsiniz, soğuk ve sıkıcıdır. Bu nedenledir ki insanlar vakitlerini kapalı mekanlarda geçirir.

Bazıları da stüdyoyu seçer ısınmak için. Ve bir taşta iki kuş: şarkıları vücut ısısını yükseltecektir.

The Ark da bahsettiklerimizden...

İsveçli grup 1998 yılında yine kendileri gibi İsveçli Kent'in (Music Non Stop desem?) Alt grubu olarak çıkar sahneye ilkten. Sırtında belirmiş tüyden kanatlarla sahneye gökten indiği belli vokalist Ola Salo mitolojinin yedi ilham kaynağından "müzik perisi" gibidir.
Çok geçmeden bu "perioğlu" ve arkasındaki ordusu İsveç'i etkilemeyi başarır ve 2000 yılında debut albüm "We Are The Ark" çıkar. "Let Your Body Decide", "Hey Modern Days" ve "It Takes A Fool To Remain Sane" gibi şarkılarıyla The Ark, merdivenlerin tek yönlü olduğu ve okların yukarıyı gösterdiği yolda ilerlemeye başlar.

2002 yılında ise yeni albüm "In Lust We Trust" raflardadır. Adı üstünde bu albümün her yerinden şehvet akmaktadır. Salo'nun görünüşünün grubunsa müziğinin iyiden iyiye 70'lerdeki Bowie'ye benzediği ve The Ark'ın glam'in kuzeyli efendileri olduğu gerçeği de bundan sonra tam manasıyla göze çarpar. Bu albümden çıkan "Calleth You Cometh I" şarkısıyla "Top Of The Pops"a kadar çıkan The Ark, övgüleri sonuna dek hak etmektedir.

2004'te karların düştüğü vakit, üçüncü evlat "The State Of Ark" da yeryüzüne düşer... Vahiy gibidir şarkılar ve elçisinin melek sesinden dökülmeyi bekler. Evet Nuh'un gemisinin kalkış saati ertelenmiştir; zira The Ark'a inananların sayısı çoğalmaktadır. Ve eldeki besteler kalite açısından gemiye sığmayacak derecede ağırdır. Sahnede kalmaları herkes için en hayırlısı olacaktır.

Salo'nun başındaki kırmızı siyah tüylerden ördüğü halesi, bu glam tazesi adamın bir mucize olduğuna kanaat getirtmekte.
The Ark da bu mucizenin somut iskeletini oluşturmakta.

Zaten en çok da mucizelere inanılırmış Salo'nun doğup büyüdüğü köyde...


MONSIEUR GAINSBOURG REVISITED

Fransa'nın huysuz ve çıplak kralı "Serge Gainsbourg" başında tacıyla gömüleli on beş sene oldu ama her fırsatta mezarından kalkıp reveranslar sundu dünyaya. Kah kendi sesiyle kah şarkılarıyla...

Bu yıl da müziğin "Dream Team"i sayılan birçok star, "diline acı biber sürülesi Serge" için toplandı ve onun şarkılarını ingilizce söyledi. Peki Fransızca'nın f'sinden anlamayan bendenizin gönlünde bu kışkırtıcı lisanla yer etmiş Serge şarkıları acaba farklı bir dilde ve farklı seslerle nasıl dokundu orijinallerinin işgal ettiği yere? Cevap olarak beş yıldızı art arda sıralayıp bir de albümün yakasına kırmızı kurdele taktığımı belirtmem lazım. Siz de Serge'ye yeniden "hoşgeldin" deyip kapıları dayayın.

Albümün açılışı: "Balık baştan kokar." derler. Başlangıç şarkısı "A Song For Angel" da yukarıdaki methiyelerimi haklı çıkaracak kadar kışkırtıcı... Serge'nin çocuğunun anası, Brigitte Bardot'nun yerine gelen sevdalısı Jane Birkin'in komşu adadan Franz Ferdinand'la beraber kotardığı çalışma ilk dansını yapan gelin- damat gibi. Herkesin gözü onlarda ve çoğunluk gülümsemekte...

Albümün hamı: Cat Power & Karen Elson - I Love You, Me Either. Dünyanın en seksi şarkısıdır "Je T'aime, Moi Non Plus"... Serge ile Jane'in yatak odasından çıkma bolca müstehcen sahne içerir ve her vurgusu davetkardır. Ancak İngilizce albümde yüzyılın düeti iki dişinin dudaklarından dökülmekte. Sağ köşede dünya tatlısı Cat Power, sol köşede Jack White karısı Karen Wilson durmakta ve zannımca iyi referanslar sağlamakta; ancak kulak her naneyi de yememekte. Bu versiyon yalnızca güzel bir yemeğin üstüne alınan hafif tatlılardan olabilir.

Albümün sürprizi: Michael Stipe - L’hôtel. Otelin adresi sözlerde gizli. Gidip görmek isteyene İngilizce anlatacak bir rehber de hazır şimdi. Hiç haz etmediğim REM solisti Stipe'ın sevdiğim ikinci işi olmayı başarmış bu şarkı kadife gibi sarıp sarmalıyor sizi (ki sürpriz yumurta sarısı burada saklı). Aradaki keman sesleri ise serenadınız oluyor bu turda. İster yalnız dinleyin ister birilerini alın yanınıza.

Albümün assolisti: Brian Molko- Françoise Hardy ve bittabi "Requiem For A Jerk"... Hardy zaten Serge'nin vazgeçilmezlerinden, haremine uğrayıp uğramadığı sır belki ama stüdyosundan çıkmadığı kesin. Molko ise zaten Molko, sesi kalp atışlarını değiştirmede usta. Françoise fısıldarken ne kadar çarpıcıysa Brian da "dinle beni" diye haykırırken o kadar çarpıyor insanı. Baştan sona her anı heyecan dolu bir yolculuk sanki...

Albümün kapanışı: Carla Bruni- Those Little Things. Kedi sesli güzel carla şarkıyı ruhunuzu tırmalayarak söylüyor doğrusu, ancak bu tırnak izleri hep kanasın istiyorsunuz. Fransızca'yı İngilizce'yi bırakın sanki bir meksika karnavalına düşmüş yolunuz. "Bir daha çal Sam!" denileceklerden bu şarkı, dinleyince hak vereceksiniz.

Üsttekiler sadece örnek teşkil etmek adına (yazarın ego tatmini de olabilir ya da) yazılmış olabilir ancak yukarıdakiler hariç bu yine yeni yeniden düzenlenmiş eserlerin sahiplerinin tamamını da anmak isterim şimdi:
Jarvis Cocker, Kid Loco, Portishead, Tricky, Marianne Faithfull, Gonzales, Feist, Dani, Marc Almond, Trace Palace, Placebo, The Rakes, The Kills.

Güle güle Serge, yine bekleriz. İngilizceli ya da ingilizcesiz...

13 Mayıs 2006

DAĞA KAÇTIM KÜL OLDU

"Brokeback Mountain"ı tarihin meşhur gay'i Napolyon izleseydi "saçma, saçma, saçma" derdi...

Elinizde iyi bir hikaye varsa ve bunu harcamak istiyorsanız yönetmen koltuğuna Ang Lee'yi oturtabilirsiniz. Öyle ki filmi izlemeden önce büyük umutlarla dolup taşıyordum; küçüklükten beri sayısız kovboy filmi izlediğimden hikayenin ne yönde gelişebileceğinin farkındaydım. Ama unuttuğum küçük bir detay varmış: yönetmen...

Film senaryo bazında, yani kağıt üzerinde, cevher gibi aslında. Ancak iyi işlense elmas olabilecekken evlere kömür olmuş. Üstelik içinizi ısıtmıyor da, kalitesizinden yani. Söylenen hiçbir cümle, oynanan hiçbir karakter gerçeğinin içini dolduramamış, hepsi boşlukta yüzmekte. Güzel bir uzay filmi çıkabilirmiş yani istense.

Dağa kaçan iki sevgiliden fazlasını arıyorsanız ve bu tarz filmlerde zaman kavramından hoşlanıp kopuklukları, hele ki senaryo boşluklarını sevmiyorsanız es geçin.
Eğer Jake Gylenhall ve Heath Ledger'ın başrolde oynadığı bir soft porno ise tercihiniz o zaman koşun ve cd'sini ele geçirin!

ETERNAL SUNSHINE OF THE SPOTLESS MIND

Joel: Wait
Clem: Why?
Joel: I don't know, just wait...

Kaç kez izlediğimi, bitiminde kaç kez kendimi bomboş ekrana bakarken bulduğumu hatırlamıyorum. Tek bildiğim bu filmin her seferinde, kurduğum ruhi düzenimi alt üst etmeyi başarması...

Yönetmen, kliplerden aşina olduğumuz inanılmaz yetenek Michel Gondry; senaristimiz ise yine muhteşem bir isim: Charlie Kaufman. Bilen bilir; ikisinin birleşiminin bünyede dinamit etkisi yaratması kaçınılmazdır.
Başrollerde ise komedinin talihsizi Jim Carrey ve Titanic'in gürbüzü Kate Winslet var; bu ikiliyi de hiç bu kadar seveceğimi tahmin etmemiştim yalnız. İsimlerini duyduğumda suratımı buruşturduğum her an için pişman olduğumu anmamak imkansız.

Konumuz Clem ile Joel'ın yaşadıkları aşkın ardından hafızalarını sildirmeye karar vermesi; ancak elbette izleri silmek yaşamaktan zordur hani. Onların da yolu uzun, Joel'ın hafızası uçsuz bucaksız çünkü. Ve engelleri sanılandan çetin olsa da aşk herşeye kadir... mi?
Ruh eşi gerçekten bir yerlerde gizli mi?

Bu filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim; çünkü yorum yapmakta çok zorlanıyorum. Şunu söyleyebilirim ancak, izleyip de severseniz, ve içinizde bir yerlerdeki boşluğun biraz daha şiddetle acıdığını farkederseniz benimle aynı kaderi paylaşıyorsunuz demektir.

Bu filmde bir sihir var...
Bi güç var...
Ve Beck'in de dediği gibi Everybody's Gotta Learn Sometime... Yani hepimizin öğrenecek bir şeyleri var...
SID'İN NANCY'Sİ NANCY'NİN SID'İ

Hayat hep kuşlar böcekler değil takdir edersiniz ki. Arada bir pembe gözlük camlarını değiştirmek gerekli.

Tam da bu nedenle bugün "punk'ın altın harfleri" Sex Pistols'ın altın suyuna batırılmış gitaristi Sid Vicious ve yavuklusu Nancy geçecek işbu satırlarda...

Gitar tellerine düşman Sid (asıl adı John Ritchie) henüz tazecikken, hayranı olduğu Sex Pistols kadrosuna dahil edildi. Yeteneği yoktu ama kafası az buçuk çalışıyordu; yine de bir idol olmaya yetecek kadar akıllı sayılmazdı. Bu akıl eksikliği durumunu az sonra bol bol görecek, onaylayacaksınız.

Tuhaf modacı "Vivenne Westwood"un dokunuşlarıyla külkedisine dönüşen Sid, bir anda görünümü ve çıkardığı arızalarla kendini gazetelerin baş, orta, son sayfalarında buldu. Vokalist Rotten'dan daha ünlü olduğu kesindi.

Haliyle grup dağıldıktan sonra da kameralar Sid'in hayatına sokulmaya devam etti; zira malzemesi kaliteliydi: Nereden bulduğu meçhul fakat kendisi kadar arıza olduğu belli sevgilisi "Nancy Spungen". birbirine zarar vermekten haz duyan ve biri diğerinin yanında olmadığında çıldıran ikili o dönemin en çok konuşulan çiftiydi.

İşte hikayenin en ilginç kısmı:

1978'de polise gelen bir telefonda, Leonard Cohen şarkısına isim babalığı yapmış meşhur "Chelsea Hotel"e gidilmesi gerekildiği, Nancy'ye bir haller olduğu söylenir. Otele giden polisler banyoya girdiğinde 19'undaki Nancy'nin karnında bıçak izli cesediyle karşılaşırlar. Sid ise bu sırada otelde midir bilinmez. Zaten ona ulaşıldığında kendinde değildir ve hiçbir yorumda bulunmamaktadır. Tutuklanmasından bir sene sonra kefaletle serbest bırakılır.

Her daim psikolojisi bozuk olan Sid, Nancy'nin ölümü ardından iyice bunalıma girer ve sonunda yüksek dozda eroinle damarlarını doyurup intihar eder. "Tanrı'nın korumadığı prens", öldüğünde 22 yaşında bile değildir.

Anlayacağınız külkedisinin saati gece 12'den çok daha önce vurmuştur...

8 Mayıs 2006

İSKOÇ FEDAİLERİ

Tarih kitaplarının gediklilerinden Franz Ferdinand'ın gün gelecek de birkaç İskoç veleti tarafından tahtından edileceği kimin aklına gelirdi?
Peki bu devrimciler o günden bu yana girdikleri savaşta önde gidebildi mi? Yoksa çok mu yara aldı? Hepsinin cevabı aşağıdaki satırlarda...

"Franz Ferdinand" albümünden çıkan ilk single "Take Me Out" 70'lere benziyor, günümüz müziğine nanik yapıyordu. Arada "Ya The Strokes?" diyenler çıktı ancak bunlar da müzikten anlamıyorlardı.
Bu albümde ilk şarkı "Jacqueline"den son şarkı "40 Feet"e kadar her eser atlanmadan dinlenebiliyor, "kaset" mantığı albümün her köşesinde hissediliyordu. Müzik, eğlence isteyenleri yerinde bir dakika oturtmuyor, indie içine göbek havas katarak can evimizin yağlarını yaktırıyordu. Ancak "iki tek atacağım bugün" diyene de "Auf Achse" gibi rakılık malzeme çıkarıyordu.
Grup, şarkılar boyunca kah BBC 2'da kah okul koridorlarında dolaşıyor, "Michael"la erkeklere "Tell Her Tonight"la kadınlara serenat yapıyordu. Hatta "This Fire"la Roma'yı yakıyordu. Her birinde ayrı hikaye anlatıyor ve yaklaşık kırk dakika boyunca elinizden tutup farklı diyarlara götürüyordu.
"Franz Ferdinand" yeni bir gruptan değil ancak Tanrı'nın el verdiklerinden çıkabilirdi...

Bilirsiniz, yeni grupların ikinci albümleri hep tehlikelidir. Hele ki birincisi dünyanın yedi müzik harikasından sayılmışsa...
Franz Ferdinand da yapabileceğinin en iyisini zaten yapmış olduğundan, ikinci albüm "You Could Have It So Much Better... With Franz Ferdinand" çıktığında elimize "fena değil ama birincinin yanında hava civa" dedirtecek bir şarkı dizini düştü. Evet, daha iyisini vaadetmişlerdi ama bu vaat yalnızca albüm isminde kalmıştı.
İlk single "Do You Want To"nun yanısıra "Walk Away", "The Fallen", "You Could Have It So Much Better" gerçekten güzel şarkılardı; ancak beş parmağa ulaşılamamıştı. Yani debut lanetini kırmak mümkün değildi. Hatta single'lardan birinde bulunan Air kavırı "Sexy Boy" albümdeki tüm şarkılardan daha güzel yorulanmıştı ne yazık ki.

2007'de çıkması beklenen üçüncü albümün can simidi mi yoksa FF'in denize atlamadan önce beline bağladığı fazladan bir ağırlık mı olacağını göreceğiz hep beraber. Ama umut, kulağın ekmeği...

SLEEPING WITH GHOSTS: COVERS

Placebo'nun "Sleeping With Ghosts"tan çıkma olup albümden daha fazla değer verdiğim parçası: kavırlar...
Canım albümü tek tek incelemek istiyor. İtirazı olan?

Running Up That Hill: Engin ama dinginden fersahla uzak sesli Kate Bush'un en güzel şarkılarından biriyle açılıyor albüm ki muhteşem bir seçim. Molko'nun sesi öyle acıklı ama bir yandan da sağlam ki "Kate ruhuna sürtünmüş" denmesi mümkün.

Where Is My Mind: Bu soruyla ilk kez karşılaştığım "Fight Club" finalinden beri neler değişti? Aklını kaybedenlerin marşı bu şimdi. "Pixies" orijinli şarkının Brian tarafından araya konuvermiş "Ha?" nidası öyle yakışır ki bütüne, orjinalini satmak geçer aklınızdan. Sonra "Soulmates Never Die" dvd'si ve haliyle Pixies- Placebo düeti akla gelir de kurtulursunuz ikilemden.

Bigmouth Strikes Again: Benim için albümdeki baştacıdır bu şarkı. Bilmem nedenini anmaya gerek var mı? Placebo'dan The Smiths duymak, hatta The Smiths'in güzel bir kavırını duymak kırk yılda bir başa gelebilecek bir hadisedir; keyfini çıkarmak lazım. Şarkı orijinali kadar güzel olamasa da, ki bu tamamen Moz'un sesine duyduğum aşk yüzünden, yine de dinleyeni ziyadesiyle uçurup kaçırmakta.

Johnny and Mary: Robert Palmer'ı kim sevmez? Placebo çok sevmiş belli ki; zira şarkının hüzün dolu hikayesi aslında pek tanıdık olup yine de bu kadar güzel anlatılamaz. Mary'nin beklemelerini Johnny'nin bekleyememelerini,ikilinin kapı deliğinden izlediğimiz ilişkilerini Brian'ın sesinden duymadan keyiflendim denilemez.

20th Century Boy: Bar gediklisi, repertuvar delisi şarkının Placebo geçmişi kadife yumuşağı "Velvet Goldmine"a dayanmakta. Öyle ki filmde "kız çocuğu, cadı şapkalı Brian" mikrofonda deliler gibi şakımakta. Günümüzün toy boy'larına...

The Ballad Of Melody Nelson: Serge ah Serge... Eğer Placebo Fransa'nın bu en muhteşem sesinden bir parça aşırmasaydı gözüm açık giderdim vallahi. Serge Gainsbourg'un en meşhur şarkılarından biri olan bu "balad"ın Molko sesinden yansıması orjinalinden farklı olsa da yine de ziyadesiyle ballı kaymaklı. Belirtmeden geçmemek lazım bu kavırda arka plandaki kadın sesi ise Asia Argento'dan gelmekte ki Asia da Brian'ın eski yavuklusu. Bir nevi "Serge- Jane Birkin" mevzusu... Bakın konu erge olunca nasıl dillendim. Brian aynı zamanda Serge'nin şarkılarından oluşacak toplamada fransa'nın dişi Serge'si "Françoise Hardy" ile düet yaptı. Hem de "Requiem Por Un Con"da... Şarkıyı ve Françoise'yı bilenlerin dilinden şimdi "rüya gibi" sözcükleri dökülmeli.

Holocaust: Canınızı acıtmak istiyorsanız bu şarkıyı çalın. Dibe vurmaya niyetliyseniz bir kez daha çalın...

I Feel You: Depeche Mode'u kendilerinden de iyi hissetmiş ki grubumuz, şarkıyı orjinalinden güzel kavırlamayı başarmış. Doğası gereği "gaz yüklü" olan şarkının tüm havasını grup havasıyla birleştiren Placebo albümün en iddialı ürünlerinden birine daha imzasını çakmış. Krallığı gelmiş de Depeche Mode'dan çalmış...

Daddy Cool: Karşınızda albümün en büyük hiti! Bunu kim düşünmüş de bulmuşsa alnından öpmek geliyor içimden zira isabetin böylesi... Açılıştaki kibrit sesiyle çakılan ışık birkaç dakika boyunca harıl harıl yanarken bizlere yalnızca dansetmesi ve Placebo'ya şükretmesi kalıyor. 80'ler ruhuna saygıda kusur etmeyen üçlümüz bu işi tam da doğru şarkıyla yapıyor.

Jackie: Albümün son şarkısı olmayı daha fazla hakeden bir şarkı daha bulunamazdı; zira Sinead Jackie'sine "Elveda" derken biz de Placebo'ya sallıyoruz mendilleri. Ve Sinead'in Jackie'sine bizim de eski Placebo'ya kavuşabilmemizi diliyoruz.

7 Mayıs 2006


DİKKAT! BAĞIMLILIK YAPAR

Sene 96... Dünya birbirinin tıpkısı müziklerden sıkılmıştı. Kendisi tok ama güzelliğe aç sesler etrafı sarmıştı. Ama bir gün perde açıldı ve şaşaalı glam gösterisi yeniden başladı...

Ayna karşısından kalkıp sahnelere inen "kırılgan bebek" Brian Molko önderliğindeki Placebo, henüz ilk albümleriyle tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Manen hermafrodit Molko'nun "Nancy Boy" gibi otobiyografisine yakın bir şarkı yapması ve bunu gerçek müzik duymak isteyenlere en çıplak haliyle sunması Placebo'yu büyükler ligine davet etti. Bu self- titled albümde bulunan her şarkı diğeriyle yarışıyordu ve hepsi de birinciliğe oldukça yakındı. Fakat nezdimde akıllara zarar yazar "Genet"nin ilham kaynağı olduğu "Lady Of The Flowers" tacı taktı. Placebo da yükselmesi için gerekli bütün övgüleri kaptı.

Debut'den iki sene sonra grup, önüne kırmızı halılar serdirecek albümü yaptı: "Without You I'm Nothing"... Albüm; şaşırtıcıydı; kışkırtıcıydı; samimiydi ve en önemlisi vaadettiği duygular, elinizi atabileceğiniz kadar yakındı. Ve dinleyeni Placebo dünyasına çekerek zincirledi. Onu kazara duymuş olanlar, debut sonrası bilinçli satın alanlar, herkes bu şarkılardan çıkma sihrin etkisindeydi. Glam tanrısı Bowie'nin de katkıda bulunduğu albümde "Without You I'm Nothing", "Crawl" gibi eserler kanınızı dondurur, "Scared Of Girls" ve "Pure Morning"ler ise damarlarınızı yeniden işletirdi.
Placebo diskografisi "Without You I'm Nothing" olmadan hiçbir şeydi...

Ve bir çift sene daha geçti. Romantik addedilen Placebo deri değiştirdi. İçinde hip hop'tan rock'a her baharat bulunan "Black Market Music" isimli bu yemek kimilerine "ağır" gelirken kimilerinin "en sevdiklerinden" oldu. Black Market Music kara borsaya düşmeye oldukça meyilliydi; zira placebo tarihinde en çok satılan albüm olmuştu. Buradan çıkma "Special K" ise uyuşturucu niteliğe sahip sözleri ve melodisiyle listeme "en sevdiğim Placebo şarkısı" olarak giriş yaptı. Ayrıca yine bu albümden çıkma "Haemoglobin" de grubun yaptığı en tuhaf şarkıydı.

Bilin bakalım sonraki albümün tarihi kaçtı? "İkişerden gidiyor değil mi?" diyenler, yanıldınız! Bu sefer grup üç seneyi devirdi.
Elimize düşen "Sleeping With Ghosts", ismine rağmen cismi çok nitelikli olmayan, zayıf bir Placebo albümüydü. Molko ve yandaşları belli ki hayaletlere uyuya uyuya hayalet müzik yapmaya başlamışlardı. "This Pictures" gibi hit sayılabilecek şarkılar, ilk albümlere oranlara oldukça etkisiz kalıyordu. Bir "Bitter End" ve "Plasticine" vardır yalnız; hiç haketmez bu albümde olmayı. Ama grup dediğin arada bir şaşırtmalı öyle değil mi?

Ve eski adım sayısına geri dönen Placebo takvimler 2006 ile değiştiğinde nihai albümleri "Meds"i yayınladı. Evet, Meds ilaç gibiydi; ancak hastalığımıza yanlış teşhis konmuştu ve maalesef beni yine "Without You I'm Nothing"de bıraktı. Büyük umutlarım yoktu açıkçası; ancak yeniden gitarlara döndüklerini duyduğumda sevinmedim desem yalan olurdu. Ta ki albümü dinleyip gitarın sadece "çalındığını" anlayarak Meds'i son sıraya yerleştirene kadar... Albümde "Meds, Space Monkey, Pierrot The Clown" gibi birkaç çok iyi şarkı olmasına rağmen Placebo'yu kurtaramadı gözümde. "Sleeping With Ghosts" için söylediğim sözleri bile geri aldırdı hatta. Ama alışmışlık var serde...

Gösteriye şimdilik ara verildi; ancak filmlerin ortası her zaman sıkıcıdır, bilirsiniz. Bu gruptan ümidinizi keserseniz beni okumayı da kesiniz!

Placebo acınızı dindirir... Placebo acı verir...
Placebo adrenalininizi düşürür... yükseltir...
Placebo'yu yuttuğunuz anda mutlusunuz demektir...

4 Mayıs 2006

KAYIP İLHAM PERİSİ

Muse için "zayıf" kelimesinden başka bir şey bulamıyorum. Ondan daha kötüsü aklınıza geliyorsa boşluğu doldurunuz...

Debut'leri "Showbiz"i dinlediğimde gerçekten etkilenmiştim; hala da severim. Duru bir vokalin yanısıra ilginç nitelikte şarkılar vardı albüm içinde. "Uno" başta... Ancak bilirsiniz, debut'ler zaten best of gibidir... Muse'un şansı da debut için çalışıp çabalayıp on şarkı çıkarabilmeleridir.

Ama beklediğim başıma geldi sonra. Zaman değişip ikinci albümleri "Origin Of Symmetry" çıktığında Muse'un alabildiğine kendini tekrarladığını farkettim. "Plug In Baby" gibi süper bir şarkı bile albümü kurtaramadı neticede. Muse ise gencecik dimağlar tarafından ilahlaştırılan bir grup oldu bir anda. Matt'in kırmızı saçlarına veriyorum ben bunu...

Hayal kırıklığını tamamlayan en büyük parça da "Absolution" yani son albüm. Hadi ikincide yapmışlar bir hata, ama insan üçüncüde hiç mi ders almazsın kardeşim! İkinci albümü bile bağrıma bastırabilecek kalitede, düşük kalitede, bir albümdü "Absolution". Yine de Muse tarihinin en başarılı şarkısı "Hysteria" da buradan çıkmıştır; ironisini yediğimin...

Dördüncü albümü heyecanla bekliyorum bakalım; kalbim pır pır atıyor. Zira kare as tamamlanacak.

SENİN EN GÜZEL YERİN KAFİYELİ SÖZLERİN

Evvel zaman içinde indie akımının tarihteki en önemli grubu "The Smiths"in mikrofon başına yerleşmiş toy ve çekingen delikanlısı Steven Patrick Morrissey, bugün dedelik yapacak yaşa geldi; serpildi; olgunlaştı hatta ebaten dolgunlaştı. Ancak çıktığı tarihten geldiğimiz tarihe kadar yaptığı her şey "şarkı" gibi beş harflik bir bütünden çok daha fazlasıydı.

The Smiths zamanlarında dostu, gitaristi- belki sevgilisi- Marr'la gruplar tarihinde en iyi ikililerden biri olarak hafızalara yerleşerek "MARR-ISSEY" yapıtlarını kasetçalarların ebedi aşkı saydıran Morrissey, hayattaki her fazlalıktan rahatsız olmasının gerekliliğini kanıtlarcasına grupların da madden fazla yaşamayacağını gördü bir süre sonra. 1987'de son albüm "Strangeways Here We Come"ın ardından "I love you more than life..." dediği Marr ona el salladı; Moz terketti; terkedildi ama yine de ayakta kalmayı başardı. Ne de olsa "The World Won't Listen" demesine rağmen dünya onu dinlemeye alışkındı.

Daha sonra solo çalışmalarına başlayan Moz kırgınlığını üstünden attı; "Viva Hate" albümünü çıkarıp kurtlar sofrasının ortasına bıraktı. Albüm en az "The Smiths" eserleri kadar başarılıydı; zaten koltukta oturan isim Moz'sa buna şaşıran insan sayılmazdı. Bundan sonra art arda çıkardığı albümlerine eski şarkılarını koydu durdu ama asla "eski" bir albüm çıkarmadı. Eğer zekiyseniz malzemenizin tükenmeyeceğini bilirsiniz.
Son albümü "Ringleader Of The Tormentors" ile yeniden karşımıza çıkan güzel insan saçlarına ak düşürdüğü gibi sözlerine de biraz ak düşürmüş olsa da, albümün Roma rüzgarlı havası bizi yeniden çarptı.

Biraz dedikodu yapalım mı şimdi? Alın size kimlik bilgisi...

Morrissey doğduğu günden beri hiç bizlerden değildi. Okulda "normal" olarak tanımlanmayan, hocaları yüzünden kendisinden nefret eder hale gelen minik Moz hiç de minik olmayan sıkıntılarını yıllarca biriktirdikten sonra çareyi yazmakta buldu. Önce gazeteciliğe merak saldı; ancak açıkçası patronu Mr. Shankly gibi insanların pozisyonuna gelmek can sıkıntısından başka bir şey değildi. Ve moz, New York Dolls ilhamı cebinde, davudi sesi gırtlağında, keskin ve can yakmaya and içmiş sözleri kaleminde, asıl olması gereken kişinin görüntüsüne büründü.

Aseksüeldi; biseksüeldi ama tabii hep seksüeldi. Öyle ki pembe ve beyaz zakkum çiçekleri cebinden taştıkça genç ve yaşlı dimağların da ağızlarının suyu taştı. Isısı hep yüz derecenin üstünde kaldı.
Ruh ikizi Oscar Wilde edebiyata ne kattıysa Morrissey de müziğe onu kattı. Bunu yaparken sert duruşundan ödün vermeyip gerektiğinde aşırı milliyetçi olarak da anılsa, FBI tarafından "ülkeye yönelik potansiyel tehdit olarak" da görülse, ismi Robert Smith'in ağzında "tek şarkılık adam" olarak da dönse onun kalbi hep temizdi ve yöneltilen her "aptalca" yoruma güldü geçti. Yıllardır yeri sağlamsa zaten yok mudur bir hikmeti?

Moz hiçbir zaman dünyanın en ünlü sesi olmadı, albümleri asla platin almadı ama işini bilenlere göre o, karşısına çıkanı iki sözle ve notayla süründürür.

Ne de olsa bazı insanlar diğerlerinden büyüktür...

3 Mayıs 2006

MÜZİK ÖRGÜTÜ INTERPOL

Interpol'ün pekçok dilde tüy bırakmayan bir Joy Division benzerliğine sahip olduğu aşikar; fakat bu demek değil ki taklit bir grup kurmuş Amerikalılar... Aksine çoğu "yeni" gruptan daha yeniler fakat çoğunun beceremediği kadar "eski"ler. New York kokusu öyle sinmiş ki üstlerine hayatta karmaşık ne varsa basit bir şekilde anlatmayı başarmışlar; Amerika beni şaşırtıyor böyle grupları gördüğümde...

"Turn On the Bright Lights"ı ilk dinlediğimden beri hiç kenara atmadım; hep el altı albümlerinden biri olarak kaldı. Özellikle "Stella Was A Diver and She Was Always Down, PDA, Obstacle 1,2 + NYC" albümde yıldızlı pekiyi kazanmış şarkılardır bana göre.

"Antics" albümü ise debut kadar olmasa da gönlümü çelmeyi başardı hoş sedasıyla. Başta "Evil"a bayılırım; hem kendisine hem klibine. Bunun dışında güzeller güzeli "Slow Hands" ve "A Time To Be So Small" da "Interpol yapınca yapıyor." dediklerim arasında.
HAZ DÜŞKÜNLERİ ÖNDEN ...

Joy Division, adı üstünde zevk verici bir müzik bölmesi benim için... Grubun adı da zaten Nazi'lerin Yahudi kadınlar için ayırdığı "zevk-i sefa odası"ndan alınma... Böyle bir isim bu kadar acı bir gönderme yapıp aynı zamanda bu kadar güzel gelebilirdi kulağa...

Manchester'dan babam çıksa dinlerim... Ancak kayırdığım grupların başında gelmekte Joy Division... Gerek Ian Curtis'in buğulu sesi, gerek grubun yaptığı eskimek bilmez müzik beni bağlıyor da bağlıyor kendilerine... Factory menşeili olması da ayrı bir güven sebebi elbette...

Bu arada her Factory "malzemesi" gibi Joy Division da ardından gelenleri ziyadesiyle etkilemeyi başardı... Öyle ki bunu anlamak da pek zor değil hani... O kadar çok örneği var ki hatta aradan bazıları benim için sınıfı çoktan geçti... Bkz. Brian Molko, Thom Yorke...

Ancak Curtis'in zamansız (hangisi zamanlıysa) intiharı yüzünden bu tek ortalı defter de kapandı gitti... Ve yerine açılan temiz sayfa "New Order" hiçbir zaman aslı kadar etkileyemedi... Sadece "Joy Division ve ötesi" olarak kaldı zihnimde...

Aslında grup zamanında çıkardığı yalnızca iki albümle hala ayakta durmayı başarıyorsa söylenecek sözler çoktan sarfedilmiş demek değil mi?
Joy Division kulağınıza tam da şimdi değmeli...

2 Mayıs 2006

ESKİLERİ ATTIK
PETE'E BAKTIK..


Babyshambles, isminden anlaşıldığı gibi bebek adımları kadar taze fakat bu adımlardan çok daha büyüğünü atmaya yeminli bir grup...

Eski The Libertines solisti Pete Doherty'nin başı çektiği Babyshambles, debut albümleri Down In Albion'la başta İngiltere birçok ülkede büyük beğeni kazanmış durumda... Malum Pete Doherty denince akla müzikten fazlası geliyor şu sıralar (uyuşturucu, Kate Moss, hapishane...) ancak bu fazlalıklardan ziyade tadından yenmez şarkılara bir göz atmak çok daha makul...

Down In Albion albümünden başta benim de birkaç aydır listemden eksik etmediğim "La Belle Et La Bete" yi önerebilirim. Bu şarkıda bir Kate Moss- Pete Doherty düeti mevcut zaten... Bilen bilir ikisine de bayılırım...
Bunun dışında Killamangiro, Gang of Gin ve Albion da kayda değer şarkıların başında gelmekte, gerçi bana sorarsanız albümün tamamı son derece tatmin edici...

Bir dinleyin, bakalım benimle aynı fikirde misiniz?
GENÇLİK HEVESİ GİBİ KOKMAK

Nirvana, doğduğu tarihten dağılışına dek önce yerel piyasada arkasından da tüm dünyada yeni bir müzik, tarz, sistem yaratmış ancak bundan ilk önce kendisi sıkılmış bir grup...

Ortaokul- lise sıralarında sıkça dinlediğim üçlünün daha sonra bana eskisi kadar cazip gelmemesi ilginç değil. Belki sertlik hakkımı bir iki gruptan yana kullandığım, kulak bazında yaşlandığım belki de o dönemleri çoktan geride bıraktığım için Nirvana eskisi kadar heyecan vermemekte bana. Öyle ki elim "Nevermind" da dahil hiçbir albümlerine uzanmamakta.

Yine de eski günlerin hatrına Kurt'ü ve gidişiyle yarattığı boşluğun derinliğini anmadan geçmemek lazım. Dünyanın en yetenekli, en muhteşem adamı olmasa da şarkıları içten yazıp söylediği, "Hangi noktadayım?" kaygısını dinleyiciyle paylaşmaktan çekinmediği, dürüst müzik yaptığı için; albümü yeniden dinlediğinizde hala "yeni" etkisi yarattığı için; hatta öldüğü için (kör ölür hesabı değil bu, yapacak bir hadisenin kalmaması) şimdi dünyanın en büyük "star"larından kendisi.

Biraz MTV pohpohlaması, biraz da ortam değişikliği belki... Ki Kurt de bundan bıkıp gitti.
"Rape Me" diye çığlıklar atarken asıl düzülen hayata bağlılığı oldu belli ki...

Ama bugün dahi "Nevermind" en iyi albümler sıralamasında hep ilk üçteyse vardır insanların bir bildiği. Kritiklerle aram bozuk olsa da Nevermind için bozabilirim kendi kriterimi...
SARIŞININ ADI KIZILIN TADI

Blonde Redhead çarpıcı seslerin başında gelen vokallerden birine sahip bir grup. Öyle ki Kazu'nun "başını nereye çarptın?" sorusuna nail olması işten değil. Bir değişik, bir garip...

İsmindeki porno sitesi bazlı kelime oyunlarına aldanmayın; eliniz gitmişse aman deyim çekmeyin. Zira özünde insanı duvarlara çarpacak, ruhuna bıçak- satır saldıracak melodiler yatmakta. Benim diyeni ters köşe yatırmakta.

Dişi görünüşlü erkek sesli Kazu ve İtalyan kanlı ikizlerden oluşan grup,1995 tarihli ilk albümlerinden bu yana her geçen gün daha da şiddetlenmekte; daha da dokunmakta gönül teline. Canınız üzülmek istiyorsa, ocakta da yemeğiniz yoksa buyrun dinleyin "Blonde Redhead"i. Bir başladın mı başka bir iş yapmak mümkün değil çünkü...

"Bir iki şarkı ismi verip sevindirsen." derseniz "Sizi mi kıracağım!" derim ve "A Cure, Misery Is A Butterfly, Girl Boy"u yanınızdan ayırmamanızı dilerim. Başlarsanız kaçamazsınız benden söylemesi...
BLUR'Ü NASIL BİLİRSİNİZ?

Blur, doksanlarda başını alıp yürümüş britpop akımının yüzü ak temsilcilerinden...di...

El üstünde tutulması farz bir gitarist (Graham Coxon) ve ayak altında tutulması farz bir vokalist (Damon Albarn) tarafından 80'lerde kurulan grup genişlemiş, büyümüş, 1994 tarihli "Parklife" albümüyle bir anda İngiltere'nin ve ardından dünyanın ilgisini çekmiş, bu albümden çıkan "Girls& Boys, Parklife, End of a Century" gibi şarkılarla popülerliğini doruğa çıkartıp saydığım ilk iki şarkıyla "dans deyince akla şıp diye gelenler" listesine giriş yapmıştır.
Zaten hayatta şu iki şarkıda yerinde duranın eğlenme yeteneğinden şüphe etmek lazım: Pulp- Common People ve Blur- Girls& Boys.
Ayrıca bu dönemden itibaren Oasis’le Galatasaray- Fenerbahçe rekabetine benzer bir hadise yaşamış, fırsat bulunan her ortamda iki grup birbiriyle karşılaştırılmıştır. Peki sonuç nedir? Kanımca Blur Oasis’i on yüz bin milyon kez katlayabilir…

Bu albümden iki albüm sonra Blur yeniden doğmuş, uğursuz sayı "13"ü alıp allamış pullamış ve kendilerine asıl uğur getiren albümü çıkarmıştır. 13'de yer alan "Coffee & TV", ömr-ü hayatımda en sevdiğim klip olup süt kutularına karşı derin bir sevgi duyma nedenimdir (Nerede bizim SEK'ler Pınar'lar nerede Blur'ün kanatlı süt kutusu...). Bunun dışında "Tender, No Distance Left to Run" gibi şarkılar da grubun yapmış olduğu en iyi besteler arasındadır. Defalarca dinlenip bıktırmama özelliğine sahiptir.

Ancak çanlar Graham Coxon'ın gitmesi için çaldığı vakit Blur'e olan olmuştur. D"e"mon Albarn, Coxon'ı gruptan kovup "Elektronik müzik diye bir şey varmış galiba..." dediği vakit Blur tarihe karışmaya pek yaklaşmıştır. Nitekim Coxon'sız albüm "Think Tank" ile ne istediği başarıya ulaşmış ne de eski popülerliğini yakalayabilmiştir. Oh olmuştur! Hatta Graham gözlüklerinin ardından bakıp "Think Tank" albümü ile ilgili şu muhteşem sözleri sarfetmiştir: "Artık Blur'de olmadığım için Tanrı'ya şükrediyorum."

Ben de elimin altında Parklife ve 13, aklımda "asıl Charmless Man" Damon'ın kaltak Justine'le kırıştırma hikayesi, ellerimi klavyeden çekiyorum.




MUZ FAYDALIDIR... KULAKLARA...

Yeraltından kadife notlar eşliğinde gelen, 60'ların değeri sadece Warhol ve bir avuç Factory çocuğu tarafından bilinen keşfedilmemiş altın madeni "The Velvet Underground", ayakta durabildiği süre içinde değil de "öldükten" sonra değeri anlaşılmış gruplardan...

"Problem çocuk" Lou Reed ve "çalışkan çocuk" John Cale'in "Bir grup kursak da sadece kendimize çalsak" mantığıyla hayata geçirdiği sadomazoşist bir kitabın isminden çalınma "The Velvet Underground"un günümüzün kültleri arasında listebaşı gruplardan olacağı elbette kimsenin aklından geçmezdi. Öyle ki grubun genişlemesi dahi dost dedikleri insanların el vermesiyle oluşmuştu.

Birkaç konsere çıkmış fakat adı sanı duyulmamış The Velvets'ın yıldızı, kendilerini tesadüfen izlemeye gelen Andy Warhol'la parladı. Ancak yıldız belli ki kutup yıldızı olmaktan pek uzaktı. Öyle ki iş albüm çıkarmaya geldiğinde perkisyoncu Angus Maclise "Ben sanat için para almam!" diyerek grubu terketti. Yerine gelen huysuz ve tatlı kadın "Maureen Tucker"la yoluna devam eden The Velvets aslında pek de isabetli bir iş yapmıştı; zira duyup duyabileceğiniz en tatlı şarkılardan biri olan "After Hours"daki çatlak ses tam da Maureen'e aitti...

Andy Warhol, menajerliğe gelir gelmez grupta bir eksiklik olduğunu söyleyip bu eksikliği alman şarkıcı "Nico"yla doldurdu. Ancak o günün eksikliği ikinci albümün fazlalığı oldu ve muz kapaklı "The Velvet Underground and Nico" albümünün iki tarafı birbirinden ruhen kilometrelerce uzağa düştü. Ve Warhol'la Nico bavullarını toplayıp fabrikalarına döndü.

Ardından çıkan White Light/White Heat albümünde bu sefer kabak John'un başına patladı. İkili övgülere rağmen para kazanamıyor, kısacası alkış karın doyurmuyordu. Reed ve Cale artık farklı dillerden konuşuyordu. Bundan haz etmeyen asabi tohum Lou bu sefer John'a kapıyı gösterdi. John bestelerle dolu sepetini koluna takıp gitti.

Bundan sonra The Velvet Underground'a da "underground" gözüktü. Grup bir süre başka insanları içine sokup çıkardıktan sonra popüler olamamaktan şikayetçi Lou Reed günü birinde, henüz grup yeni albümünü tamamlamadan grubu dağıtma kararı aldı. Ve efsane başlamadığı gibi bitti.

Sene 1990 deyince grup Lou ve John önderliğinde yeniden birleşse de tadları bir kez kaçmıştı ve birkaç şarkılık bir albümle bir iki konser sonrası yollar yeniden ayrıldı. Bu gitarist- vokal anlaşmazlığı artık sizlere tanıdık gelmiş olmalı...

Fakat kağıt üzerinde kısa ömürlü Velvets, bugüne kadar aralarında Placebo, Morrissey, David Bowie, New York Dolls, Radiohead, Sonic Youth, Nirvana, Siouxie gibi isimlerin de olduğu onlarca kişi ve topluluğa ilham periliği yaptı. Yani "ataların atası" oldu. Peki bunu haketmiş miydi? Sonuna kadar... Zira idol bellediğim "Edie Sedgwick" için yazılan "Femme Fatale" başta olmak üzere Venus In Furs, Crimson and Clover, Pale Blue Eyes, All Tomorrow Parties, Stephanie Says, Sister Ray gibi şarkılar yapmışsanız hatırlanmanız farzdır.

Eğer The Velvet Underground dinlemişseniz zaten hala dinliyorsunuz demektir. Ancak duymamışgillerdenseniz muhakkak bir yerlerden başlayınız. Ne de olsa yukarıda sayılan grupların ve en önemlisi Warhol'ın bir bildiği vardır değil mi?