25 Eylül 2006



SOVYET BONİBONU

Rusya'nın soğuk havasından sıcacık ruhuyla korunmuş, piyanosunun başından kalkmadan yirmilerini yarılamış bir bonibondan bahsedelim mi? Regina Spektor.

Uzun bir süredir listemde beklemeye aldığım Regina'nın günü bugünmüş. Sevilmeyen bir müziğin bile günü gelince sevileceğini düşünenlerdenim. O nedenledir ki yine de "nötr" kaldığım Regina'yı yağmurlu günlere davet edince pek keyif aldım sohbetinden. Zira "dişi ozan" dediğimiz üstün ırka ait bu genç güzelin yumuşacık sesi, beat box'larla süslediği hiphop vari kadife müziği ve kâh hoppidi hoppidi hoplatan kâh stratosfer ateşlerinde yakan sözleri ve doğu'nun buz gibi güzelliği insanı yormaya yetecek kadar tasvir yaptırıyor gördüğünüz gibi.

2004 yılında ilk albümü "Soviet Kitsch" ile müzikçalarların kucağına atlayan Regina amatörlüğün verdiği tatlı heyecanı dinleyiciye de aşılıyor. Özellikle, kemoterapi gören bir kadının dört çocuğuyla limuzine atlayıp yaptığı gezintiyi anlatan "Chemo Limo"nun özlemle karıştırdığı huzursuzluğu tatmak ve bu şarkının daha otuzuna basmamış bir kadından çıkmış olduğunu bilmek fena yapıyor insanı. Şarkının da zaten kulağımda ve aklımda yüzüncü dönüşü...
Yine "The Flowers" da piyano tuşlarının sert darbeleriyle anlattığı solgun çiçek hikayesiyle ön plana çıkanlardan. Bir tatlı, bir acı ki sormayın gitsin!

Tarih 2006. Regina'nın ikinci albümü "Begin To Hope" raflarda. Soviet Kitsch'in can alıcı noktalarına rağmen Begin To Hope'a hakim olan ana duygu, Sovyet bonibonunun olgunlaşmış olması. Albümün açılış parçası ve single'ı "Fidelity", bir çırpıda söylenen nakaratı, karmaşık yapısıyla Begin To Hope'un en "başarılı" şarkısı. Ancak müthiş bir "Apres Moi" yorumu ve "Samson" adlı kağıt kesiği de çip yapıp beynime takmak istediklerimden. Bir düğme olsa, bassam da kafamda çalınmaya başlasa. Reset atmazdım billahi...

Tori Amos ve Fiona Apple'la bolca mukayese edilen kızımızın aslında bu starlarla piyano hariç paylaştığı çok büyük bir ortak yön yok. İlla ki benzetilecek birileri varsa o da "CocoRosie" olmalı. Zira iki isme de hakim olan nokta hiphop'la piyanoyu demetleyip çocuksu bir sesle şarkıların üstesinden gelmeleri. Ve anlattıkları ilgi çekici hikâyeleri...

Kızları geçtim. Kızlar sadece dinleyip içlensin.
Erkekler sözüm size: Bulun onu ve hemen evlenme teklif edin!

20 Eylül 2006

BANT AKAR GÜLDÜR GÜLDÜR

Yaratıcı insanlara hayranım. Parasını ve malzemesini en doğru biçimde değerlendiren Mac Gyver misali insanlara daha da hayranım. "En hayranım" sıfatını ise şu sıralar "Ok Go"'ya veriyorum.

Ok Go, Amerikanya'dan çıkma indie gruplarından bir tanesi. Şarkı bazında avuç patlatarak alkışlamaya gerek duymayacağınız; fakat söz konusu görsel işleri olunca avuç, ıslık ne varsa kullanarak övgü saçacağınız "özel" bir grup.

Kendilerini tanıma vesilemden bahsedeceğim ta da şimdi: "Here It Goes Again"

Klibi bir gece vakti uykuya dalmak üzereyken farkettiğimde aniden tüm sensörlerimi açabildiğim kadar açmıştım. Sekiz koşu bandı ve bunun üzerinde artistik patinaj yapan dört adam düşünün. Düşünmeyin direk klibi izleyin. Ama ön bilgi istiyorsanız kendilerinin koşu bantlarını kullanarak Michel Gondry'vari dahiyane fakat parasız amatörlervari ucuza getirdikleri, dans figürleriyle ve jimnastik hareketleriyle dolu bir klibe imza attıklarını söyleyebilirim.

Bu kadar lafı niye ettim? Boşuna... Aşağıya tıklayın da gözünüz klip görsün iyisi mi...

Tamam; ileri!

11 Eylül 2006

BEBEĞİM; İLAÇLARINI ALDIN DA NE OLDU?

Placebo'nun yeni klibi "Meds" ışık hızıyla geldi, ağzımı açık bırakıp gitti. Böylesini görmedim; "yaşamadım"!

Öncelikle yazıyı 18 yaş üstü okuyuculara tavsiye ederim; zira sonra Placebo'nun yediği halt yüzünden Ekşi Sözlük gibi kapatılmak istemem. Demokrasi de bir yere kadar sonuçta...

Klip şok bir gerçekle açılıyor: Brian'ın oğlu Cody'yi yapma nesnesi. Üstte tişört altta sliple orta yaş delikanlısı imajı çizen Molko'nun "Nancy Boy" zamanlarında dahi sergilemediği "gerçekliği" bu kliple yıllar sonra görmüş olmamız dua mı ettirir küfür mü bilemiyorum. Ancak ben bu konuda aydınlandığımı ve bu performansını her klipte görmeyi dilediğimi söylemeliyim. Bu kadar laftan sonra kendime "Horny" şarkısını armağan ettim; ben armağan etmesem siz edeceksiniz nasılsa...

Klibin deprem etkisini atlattıktan sonra asıl hikayesine geçelim: "ot", çer, çöp... "hap", uyku, aspirin... Bakın kodlayarak yazıyorum ki 50 yaş üstü ebeveyn tipimi koruyayım. Efendim, klipte delikanlının gözüne kaçmış bir biçimde uyanıyoruz ve gün boyunca "zehirlenmiş" bir genç ne görürse onları görüyoruz. Bir nevi "Alice Harikalar Diyarı'nda" hikayesi. Biraz da lunaparktaki sihirli aynaların etkisi... Burnunu kanatana dek uğraşmış zaten müziğin efendisi...

Ama anlayamadığım bir konu varsa o da Brian'ın üstündeki kadındır. Slibi sevdik diye her üstündekini sevecek değiliz herhal. Yine de naçizane fikrim şu yönde; madem Brian içtiği "bazı sakıncalı maddeler"in etkisinde halüsinasyon görüp duruyor; o zaman neden üstündeki erkeği de kadın olarak görmesin ki? Bana inanın a dostlar; bu klip, ileride Cody izlesin de "Vay be, babam da erkek adammış!" diye gurur duysun mantığıyla çekilmemiş.

Ayrıca bir acı gerçek de Brian'ı gören Steve Hewitt'in kollarını kocaman açarak Brian'a sarılma isteği. bak Molko'm sana sesleniyorum; bu adam iyi gün dostu. Arkandan bıçaklamazsa şerefsizim... O ne yapmacık bir bakıştır tanrım!!

Son bir mantık hatası daha söyleyip aslında bayıldığım klibi sevmemiş gibi eleştirdiğimden ötürü duyduğum pişmanlığa son vermek isterim.
Brian'cığım, iki gözüm, gözüne kara kara gözlükleri çekmiş, otel resepsiyonuna iniyorsun; röportaj bile veriyorsun. Peki o kadınları gözlüklerin olmasına rağmen nasıl renkli renkli görebiliyorsun? Lens mi onlar yoksa x-ray'in mi var?

Neticede çok derin duygular besliyorum bu klibe; içim de bir hoş oldu haha!
Siz eleştirel yönünüzü kapatıp severek izleyin tabii, bulaşmayın kötü işlere...

8 Eylül 2006

GÖKKUŞAĞI BELİRMEDEN

Üç film adı:

1- Eternal Sunshine of the Spotless Mind
2- Adaptation
3- Garden State

İlk iki filmi izlediğimde bu "romantik görünümlü gerçek kurgular"ın bağımlısı olmuştum. Ancak üçüncü bir halkanın varlığından haberim yoktu. Geç de olsa, methi çok duyulmasına rağmen ertelenmiş de olsa, sonunda Zach Braff imzalı "Garden State" izlendi; hem de yağmur yağması dilenerek...

İtiraf etmeliyim ki bir filmi izlemeden önce film hakkında ışıkçısı da dâhil hiçbir detay duymayı arzu etmeyenler kategorisindeyim. Bu nedenledir ki filmin senarist-yönetmen-başrol oyuncusu Zach Braff'ten bağımsız festivallerde aldığı ödüller ve "Scrubs" nedeniyle haberdar olsam da Natalie Portman'ı bir anda karşımda görünce pek şaşırdım.

Ben anlatılmasını sevmem de anlatmayı severim. O zaman rahatsız edici detaylardan kaçarak size filmin kuş bakışı bir görüntüsünü çizeyim. Large, annesinin ölümüyle kasabasına dönen ikinci sınıf bir aktördür. Bu kadar yeter.

Ama asıl dikkat edilmesi gereken noktalar var ki o da tüm oyuncuların doğallığı ve haddinden fazla sevimlilikleri. Bonibon gibiler; rengârenk ve tatlı... Portman, Leon'daki kadar saf; Braff, Scrubs'ta olmadığı kadar naif... Üstelik diyaloglar da romantizme yakın bünyeleri on ikiden vuracak nitelikte.
Tamam, kâğıt üstünde güzel her şey… Peki ya çekimler? Büyük ödülü çekimlere veriyorum.
Her sekansta kusursuz bir renk uyumu mevcut en başta… Bağımsız film olmasının getirdiği bazı kamera kusurları yok değil ama biz kadı kızını olduğu gibi sevenler cemaatindeniz.

Filmin bir diğer artısı da soundtrack'i… Braff'in bugüne kadar dinleyip sevdiği tüm şarkılara filmde yer vermiş olması alkışı hak ediyor. Üstelik Remy Zero, Frou Frou gibi küçük bir çevrede adını duyurabilmiş grupların başkaları tarafından da fark edilmesi sağlanıyor. Tabii bunun yanı sıra The Shins ve Simon & Garfunkel gibi isimler de listeyi yıldızlarla süslüyor.

Eh ama yeter mi diyorsunuz? Güldüm ben şimdi. İnternet sitesine de bir uğrar mısınız? Yağmuru seviyorsanız... Gözyaşını da...

Neticede Garden State'in yarattığı tüm olanaklardan yararlanın; görsel, işitsel, dokunsal...
Yüreğinize iyi gelecek, sözü benden! Gidip bir daha mı izlesem ne yapsam...

7 Eylül 2006



RAKIN KOK

Listesi açıklandığı andan itibaren hunharca çentik atmaya başladığım Rakın Kok'u geride bırakalı dört gün oldu. Fakat halen görünmez adam suretinde yaşıyor, kendimi yataktan koltuğa, koltuktan yatağa bırakıyorum. Bu nedenle yazıda akli boşluklar olursa sizden en bir güzel biçimde doldurmanızı bekliyorum.

1. Gün- 2 Eylül

İlk gün sabah altıda ulaştığımız Hezarfen'i görenler Boğaz Köprüsü görmüş kadar sevindi. Zira kör itin bile ölmeye tenezzül etmeyeceği bir noktada konumlanmıştı mekan. "Çadırı kuralım, haydi hop!!" diye basın tarafına akın ettiğimizde yanımıza kalan yegane unsur çamur oldu. Ayakkabımı tanıyamadım; Yeti'nin çamurlanmış versiyonuna dönmüştüm. Neticede Burn arkasında kamp yapılmaya karar verildi ve ne de memnun kalındı.

Saat 12'de "Du bakalım Aydilge Suede söyleyecek mi?" diyerek Burn'e koştum. Tabii boşuna yorulmuşum. Son derece başarısız bir ses sistemi ve Aydilge izleyip bir saatimi boşa geçirmek, festivalin açılışını hiç de görkemli yapamadı gözümde. Yine de kızımız "Bimbambom"u kavırladıktan sonra dahi alanı terketmediğim için sabırlı sayıyorum kendimi.

Aydilge sonrası kendime gelme çalışmalarını başarıyla yürüttükten ve Hayko Cepkin ile Yüksek Sadakat performansını en uzak noktada durarak atlattıktan sonra tekrar Burn'e geçerek Pet Shop Boys tribute'u West End Girls'ü izledim. Batılı kızlar son derece hazırlıklı gelmişlerdi ve pek de keyifli şarkılar seçilmişti. Üstelik kartpostalları da yanımıza kaldı.

Performans arkası hiç beklemeden ana sahneye koşmam gerekti zira Mercury Rev'e geçiş sırasıydı. Konsere katılım oldukça azdı ama grup tam formundaydı. Özellikle vokalist Jonathan Donahue'nin meşhur kanat çırpma hareketini ve gitarla oynadığı oyunları izlemek pek keyifliydi.
Mercury Rev'in inişiyle sahne, Rakın Kok'un en iyi üçüncü performansı olarak addettiğim Gogol Bordello'ya kaldı. Adamlar Red Bull kazanına düşmüş gibiydiler ve tam bir teatral ekip olduklarını herkese kanıtladılar. Özellikle vokalist Eugene'in kostümüne bayıldığım hanım kızımızı yakalayıp yakalayıp mikrofona haykırtması pek hoştu. "Start Wearing Purple" ve "Madagascar" ise kusursuz... Yalnız Eugene'in backstage'e giren tüm kızların dudaklarına yapışması "Yeni bir Hugh Hefner mı doğuyor?" tartışmalarına yol açmadı değil. Her sene bekleriz, ırzımıza geçilmeden...

Gogol sonrası Şebnem Ferah'a yaklaşmadım, sinevizyondan dahi görmedim ve zerre pişman değilim. Zira dayanabilme kapasitemin en son sıralarına denk düşen Ferah'ı dinlemeyi tercih etmeyip bir köşede ferah ferah yemek yemek çok daha fazla işime geldi.

Eh dinlenmiş ve yenilenmiş biçimde Kasabian'a geçtiğimde umut doluydum fakat neye yaradı? Sıfıra sıfır, elde var sıfır. Kasabian, beklediğim çok altında bir performans ve %80'i yeni albümden oluşan playlist'iyle hayal kırıklığına uğrattı. Hele ki solistin "No drugs!! İstanboouulll!! Hobaaa!!!" tavırları sayesinde iyiden iyiye soğudum. Küstüm Kasabian'a, gelmesinler bir daha... Geleceklerse de sadece "LSF" çalıp insinler.

Peki Muse? Hiç beklemezdim. Gerçekten kaliteli bir performans sergilediler ve benim gibi Muse'la ilgisi olmayan insanlara bile single'larını nasıl ezberlettiklerini gösterdiler. "Hysteria", "Showbiz" ve "Plug In Baby" enfesti. Belki de Muse'un en büyük artısı, şarkıları yüksek tempoda seçmiş olmaları ve müthiş ışık ve sahne sistemleriydi. Aferin, 4!

Birinci gün bitti. İkinci günü bayinizden ısrarla isteyiniz.


2.GÜN- 3 EYLÜL

İkinci güne ben kafadan en öne kurulmamla başlayayım iyisi mi; zaten başka bir yere kıpırdamadım.

Saat bir civarı tam da en ön-en ortada durmak üzere karar vermiştim. Zaten 11 saat ne demekti ki? Göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi.
Nah geçermiş...

Saat iki itibariyle Ogün Sanlısoy'la açtık tarifeyi. Gördüğünüz gibi gece vakti gündüz tarifesi açtırmaya benziyor tıpkı; ucuz. Ancak Sanlısoy'un ekibi çıktığında şaşkınlık mimiklerinden mimik beğendim zira "Bizim Bijen" gitmiş adamın gitaristi olmuş. Zaten o çocuğun yarattığı dumurun haddi hesabı yok; bir ara Mor ve Ötesi'nin albüm kartonetinde de ismi geçiyordu.

Ardından sıra Vega'ya geldi ki en iyi Törkiş performansın Vega'ya ait olduğunu söyleyebilirim. Deniz'in "evimizin kızı" halleri, Bülent Ersoy dansları ve seçtiği "şık" repertuvar sayesinde çok eğlenceli 50 dk. geçirdik. Ama tam 50 dk. geçirdik; zira saat 16.11'de, daha Deniz veda bile etmemişken sahneden indirdiler grubu. Organizasyonun zayıf halkalarından en basiti... Seneye ya da ondan sonraki senelere vega'ya teklif bile götürmesin Pozitif ekibi, red cevabının yüzlerine yapışacağı kesin!

Saatler beşe yaklaştığında sahnede Reamonn belirdi. Grubun "haliyle" bildiğimiz tek şarkısı "Supergirl" olunca katılım düşük seviyelerde kaldı. Yine de Alaman solistin pek eğlendiğini söyleyebilirim. Grubun bateristi de çok başarılıydı ayrıca, bol bol kritiğini yaptık. Bu arada "Grubun ismi solistin isminden geliyor." dediğimde "Haağyııırr o soyadııığğ!!" diyenlere de tokat şeklinde bir cevabım olacak: adamın adı Reamonn'mış, oh olsun!

Geçiyorum Duman'a. Bu saate kadar gülüp eğlenmiş, önlerde sıkışmadan rahat rahat zıplayıp hoplamıştık. Fakat Çin işkencelerine taş çıkartacak saatler tam da bu noktada başladı. Arkada Haçlı Seferleri'nin başladığına dair emareler vardı; zira tüm bölge üstümüze yıkılmıştı. Demir tam da kabuga kemiklerimi ezmeye başladığı anda, İsa gibi gökyüzüne çıkacağımın hayallerini kurmaya başladım ben de. Duman her zamanki gibiydi; sıkıcı, çıplak ve böğürtken. Ama imdadımıza koca koca balonlar yetişti ve kısa süreliğine de olsa çocuklar gibi şendik. İki kaburga kemiğimden arınmış olmanın hafifliği de vardı üzerimde tabii... Bu arada şansa bakın ki konser sonrası Kaan'ın penası tüm duman hayranlarını es geçip benim önüme düştü. Aldım cebime attım. Fender'miş. Gitara başlarsam kullanırım.

Duman indi, Sisters Of Mercy çıktı. Adamların belirmesiyle öndeki insan sayısı da iki katına ulaştı. Artık yalnızca arkadan ittirilmiyor, sağ ve soldan da baskı altında bulunuyorduk. Öyle ki resmen istiflenmiş sardalye kıvamında boncuk boncuk dizilmiştik. Allahtan daha önce şişelediğimiz sularımız imdadımıza yetişti. Arkadaşım birini kaptırmış olabilir ama diğeri çok işimize yaradı.
Sisters performansı bitmek bilmedi. Tüm beklentilerimi de sönmüş balona çevirdi. Sıkılmaktan dahi sıkıldım konser sırasında. Ayrıca şöyle de bir gerçek var; adamlar göz göre göre pleybek yaptı. Dandan davul sesi geliyor ama sahnede davul yok. Gitar sesi geliyor, gitaristin eli kımıldamıyor. Ya sihirbaz takımı getirdiler önümüze ya da yuh olsun Sisters Of Mercy'ye...

Sisters ardından katlanan kalabalık bizi artık yalnızca parmaklarımızı hareket ettirebilecek kıvama getirmişti. Kan, ter, bilimum bulaşıcı hastalık, ne varsa zerreler halinde üstümüzde dolaşıyordu. Ama Editors belirdi; tüm olumsuzlular köşeye atıldı. Adamlar bu kadar mı sevimli, enerjik, başarılı, heyecanlı olabilirdi... Hem üstüne "All Sparks", "Bullets", "Fingers In The Factories" ve "Munich" çaldılar ki Editors'a tapınma sebeplerime yenilerini ekledim konser sayesinde.
Tabii assolist hadiseyi sona bıraktım: solist Tom'un döktüğü biraya basıp önümüzde yeri öpmesi. Zaten her yerim ağrıyordu, bir de gülmekten karnıma ağrılar girdi tam oldu. Ama Tom düşünce gitarı öyle bir parçalamıştı ki çürüğe çıkan aleti seyirciye fırlattı ve "ohaaa gitar uçuyor ulaaann!!" nidalarıyla güzelim alet şanslı bir ele ulaştı. Halbuki bana ulaşmalıydı; neden? Elimde tam da ona yakışacak bir pena vardı da ondan. Gitar da Fender'di. Ağlıyorum...

Veeeeee yüzyılın beklenen anı: Placebo. Sahneye Infra-Red'le çıkan ca'nım grubum ağırlıklı olarak yeni albümden çalmış olsa da en sevdiğim Placebo şarkısı "Special K"i arayı sıkıştırmayı başardı. Özel olarak tineyçliklerim kısmında anacağım bir dizi hareketi de bu şarkıda gerçekleştiren "Brian'ım Nancy Boy'um Molko'm" müthişe yakın bir performans sergiledi.
Ama burada performans yerine bir takım dedikodulara yer vermek istiyor gönlüm.
Birincisi Brian'ın saçlarına ak düşmüş. "Nereden gördün?" diye soranlara 11 saati kapak eder, en ön-en ortada olduğumu tekrar tekrar tekrarlamak isterim.
İkincisi Stefan gerçekten de masallardaki devlerin boyutlarındaymış ama pek de sıcakkanlıymış. Öyle ki önümüzde bittiği her anda hem gülümseyerek selam vermesi, hem de o işveli pozlarıyla pek sevdirdi kendini.
Üçüncüsü Brian'ın içindeki Tecavüzcü Coşkun'u çıkartmış olması. Öyle ki birinci bis öncesi besmele çekmeden stefan'ın üstüne atlayan Bri (artık samimi olduk, kısaltma kullanabilirim) Stef'i (onunla daha samimiyiz) defalarca öperek helali yaptı. Tıp gelişse de bir Cody de Stef'ten yapsa Brian. Ama tıp gelişmeden benden de yapabilir; açık çek...
Peki grubun sapıklıkları bu noktada bitti mi? Oh no no!! İkinci bis öncesi bu sefer de Stef'in libidosu şahlandı ve tabir-i caizse Brian'ın arka nahiyesini avuçladı. Gördüğünüz gibi baba olabilirler, otuzuna gelip göbek bağlayabilirler ama hala seksüeller. Yerseniz...
Dördüncü ve en mühim dedikodum playlist. Bir arkadaşın ele geçirdiği orijinal şarkı listesinde gördük ki meğer bisler bile planlanmış. Kandırıldık a dostlar. Aslında boşu boşuna "bis bis bis!!" diye haykırmışız anlayacağınız. Zaten bis dediğin ne zaman yapılır? Normal konser süresi bitince. Ama Placebo bis'leri de normal konser süresi içinde yapıp kalbimizi parça pincik etti. Bir dahaki sefere telafi isterim.

Tineyçliklerim köşesi:

  • Special K'de Tarkan konserine gelmiş kızlar gibi bağırmaca, gözleri dolmaca.
  • Stefan'a parmağımın ucuyla dokunmaca.
  • Brian'la Post Blue esnasında göz göze gelmece.


Vallahi de bu kadar. Daha kötüsünü yapmadığıma dua edin.

Gece sonunda ne kadar yorulduysam bunu yazarken de o kadar yoruldum ayol. Siz okuyun ama, küserim...