24 Nisan 2006


POPUN ESKİ BAKİRESİ YENİ ABLASI, AMA HER DAİM GÖNÜLLERİN MADONNA'SI

80'lerdeki asi genç kız Louise Ciccone'dan başlayın, 90'ların başındaki "yatak hikayeleri anlatan" Maddy'ye gelin. Oradan ayrılın "cazibeli geyşa" haline uçun; biraz ilerleyin "atın üstünde" rastlayacaksınız bu muazzam kadına...

Madonna "değişim" kelimesinin sözlük karşılığı. Güzellikten fazlaca nasibini almamış, sesi yavan, dans yeteneği sınırlı bir insanın bu kadar senedir ayakta kalmasını bağlayabileceğimiz kelime de haliyle "değişim" olmakta zaten. Bu, hem müziğinde hem de görüntüsünde geçerli aslına bakarsanız. İlk olarak Vatikan'ın korkulu rüyasından Sean Penn'in tatlı karısına geçiş dönemi geliyor akıllara. Sonra hafızalar "koni sütyenli Madonna"dan "iki çocuk sahibi, çiçekli elbisesi içindeki anne"ye geçerek tazeleniyor.
Bu kadın rol yapmıyor, hayır! Hayatı bir oyunsa kendini oynuyor.

Ancak kendisini sevsem saysam da alışamadığım bir dönemi yok değil. Şu "çocuk kitabı yazan, şömine ateşinde ısınan" Madonna the Mother'a bir türlü ısınamadım gitti. "Bebelere balon" halinden sıkılmış ve popülaritesini sansasyondan kazanmak istemiş olacak bir de "yeni nesil kaltak" Britney'nin dudaklarına yapıştı; haliyle üstüne "Madonna yaşlandı" imajını yapıştırmayı başardı. İki hadise arasında kalan bu zaman dilimi ise kara leke olarak zihnime yuva yaptı. Hani gözümün önüne "Secret" zamanları geliyor da kendimi tutamayıp iç çekiyorum... dum...

Ta ki "tayt" giymiş, Charlie'nin Melekleri'ne özenmiş halini görene dek... Disko ateşini yeniden parlatan, beni de yerimden oynatan "Hung Up" çıktığı anda omzuma teybimi alıp, saç bandımı takıp ekibe karışasım geldi. Şimdi bastırıyorum ama utancımdan değil, ona çok daha fazla yakıştığını farkettiğimden.

Madonna küllerinden doğan bir ankakuşu gibi... O bir "zevksizliği zevk yapma" eksperi...

Bu nedenle ondan ne çalınsa, o ne çalıp söylese dünyalar benim; çünkü popu hiçbir zaman onu sevdiğim kadar sevmedim...

18 Nisan 2006

MOTORA BİNDİK TEKSAS'A GİTTİK

Black Rebel Motorcycle Club, tıpkı Amerikan mainstream kalabalığından başını uzatabilmeyi başarabilmiş diğer indie yandaşları gibi, doğduğu toprakların az pohpohladığı ama iyi müzik kulaklıların listesine yerleştirmeyi farz bildiği gruplardan... ancak BRMC, indie ön planlı müziklerinin içinde blues'dan pop'a, hard rock'tan Johnny Cash tarzına öyle geniş bir alan bırakmış ki "seç beğen al" kavramının müzik ayağı denilse yeridir aslında.

Adı üstünde "nota asisi" bu gençlerin ismi "The Wild One" filminden gelmiş olup çok da yakışmıştır kendilerine; zira grubun gerçekte "sokak müziği" yapmış olması, üç üyemizin gerektiğinde alabildiğine hızlı tellere dokunmaları, davula vurmaları gerektiğinde kadife kadar yumuşacık olmaları fark yaratmayı başarmakta.

İlk albümleri "BRMC" çıktığında "bunlar da kim?" dedirten dünün tazeleri bugün 2005 tarihli üçüncü albümle beraber daha da bir olgunlaşmış olup haliyle lezzetlenmekte. Demo üstüne demo kaydettikleri ilk albüme nazaran profesyonellik çemberinden rahatça geçmeyi başaran bu aslan parçalarının yeni albümleri "Howl"un çıkış parçası "Ain't No Easy Way" de bu serpilmenin en büyük kanıtı belki de; zira "ben neredeyim?" dedirtecek kadar şiddetle açılan şarkının kovboy melodileriyle süslü tınısı hem şaşırtıcı olmakta hem de ritmi yakalamamak için hiçbir yol bırakmamakta dinleyene. Ayrıca sitelerinde mevcut bir diğer güzide eser "Shuffle Your Feet" de yine kovboy şapkasını çıkarttırmamış elemanların başından, üstüne üstlük bir de şu ortaokulda yaptığımız "kanon"lardan koyuvermişler başına, nefis olmuş, yine bayıldım yine.

Bu kadar anmışken isimlerini bir tavsiye köşesi yapmadan geçersem ağlar arkamdan albümler:

BRMC: Rifles, Whatever Happened to My Rock'n Roll, Spread Your Love, Head Up High

Take Them On, On Your Own: Stop, Ha Ha High Babe, Suddenly

Howl: Ain't No Easy Way, Shuffle Your Feet, Promise, Devil's Waiting

16 Nisan 2006

COCOROSIE

Çok özel bir grup tanımak için hazır mısınız? Öyleyse kemerlerinizi sıkı sıkı bağlayınız... zira Coco ve Rosie kızkardeşler, iyi ki doğmuşların üzerinize serpeceği naif heyecana dayanmak güç iş, içinizdeki bahar tohumlarının açıvermesi ise işten değil...
Cocorosie'ye ismi yerine "kızlar" diye hitap etmemin nedeni takdir edersiniz ki evlerine kadar konuk etmeleri beni, o kadar samimiyiz yani, dinleyicilerinin hiçbirini ayırt etmiyorlar zira...

"La Maison de Mon Reve" sayesinde odalarını dolaşıyorsunuz, kahvaltıyı beraber yapıyorsunuz onlarla, sonra oyuncaklarıyla oynuyorsunuz, yağmur yağınca beraber saklanıyorsunuz hatta... Bu ne rahatlık, bu ne samimiyet diye hep geçiriyorum aklımdan...

İkinci albüm "Noah's Ark"ta ise önce bir irkiliyorsunuz Antony düeti "Beautiful Boyz" ile...
Sonra biraz daha düzenli bir albüm buluyorsunuz karşınızda... Daha profesyonel davranmışlar... Hala etrafa savrulmuş eşyalar arasında dolaşıyor kızlar fakat daha tedbirliler bu sefer... Yine de hala pek misafirperverler... Üstelik bu sefer ev kalabalık, Antony ve Devendra Banhart gibi yeni konuklar davetli... Parti düşündüğünüzden de keyifli...

Ama favorim hala ilk albüm, ne de olsa içinde "Good Friday" var en başta...

Bir çay demleyip başlayın dinlemeye derim son olarak... Ve huzurlarınızdan "kızlar"ı sevgiyle anarak ayrılırım...

GEÇMİŞİN UZAYLISI BUGÜNÜN EV BABASI

Androjenlik sizin için ne kadar makbul?
a) Aynaya baktım
b) Sever sayarım
c) Minimum haz duyarım
d) O ne?

D şıkkını seçenler aramızdan ayrılsın öncelikle... Kalanı yerlerine... Zira dünyanın en ihtişamlı "android"inden bahsedeceğim sizlere: "Bowie the Beauty"

1970'lerde, glam daha annesinin sözlüğünde "çekici" anlamındayken, dünyaya bir delikanlı düştü. Bizden olmadığı belli "David Bowie" süründüğü maskaralarla, giydiği entarilerle bir anda dünyanın en ilgi çekici insanı oluverdi.

Kadın erkek dinlemeden herkesin altından, rüyasından geçen bu "glamour" suyuna batmış adam, anne-babaların korkulu rüyası, çekingen gençlerin kabak çiçeği fazına atlayışı oldu. Bu dönemde yaptığı albümler ise şu çağımda benim en sevdiklerim arasında yer buldu. Ziggy Stardust, Moonage Daydream, Rock n Roll Suicide, Heroes, Hang on to Yourself, Space Oddity gibi baştacı yaptığım şarkıları beni "keşke "kadife altın madeni"ne bir dalıversem, saçlarımda simler şarkı söylesem" diye kudurttu.

Ancak zaman değişti, Bowie pop oldu; baba oldu; koca oldu; olmaması gereken ne varsa oldu durdu. (Süpermodel) İman'a gelip hakkın rahmetine kavuştu. "Iggy aşığı Ziggy"den "popçubaşı David"e geçişinde benim için artık cenaze namazına katılmak farz olmuştu.

Hala hayranım ona ama eski günler hatrına. Eskileri severim bilirsiniz. Hem Brian Molko'nun elinden tutup Amerikan Unkapanı'na götüren de odur, "Allah'ından başka ne istersin yahu?" diye de sorabilirsiniz. Ben de cevap vermeyebilirim; keyif benim...

Neticede ben Bowie'yi bugün yaşıyormuş gibi değil 70'lerde çekip gitmiş gibi hissediyorum; ama giderken bıraktığı albümler için de şükrediyorum.

İmajdan fazlasını arayanlara, ruhunu besleme sevdalılarına "Ziggy"yle iyi günler diliyorum...